Ekonomi üzerine konuşmak, yorum yapmak ya da eleştirmek dışarıdan bakıldığında oldukça basit geliyor bize. Grafikler, veriler ve manşetler üzerinden fikir yürütmeyi çok yapıyoruz bu aralar. Herkes bilir kişi herkes analistçi. Ancak asıl mesele, bu verilerin nasıl şekillendiğini, karar alma süreçlerinin hangi dinamiklerle yönetildiğini içeriden görebilmek ya hani o yok işte bizde. Ekonomiyi bir satranç tahtasına benzetiyorum. Dışarıdan hamleleri izlemek kolay geliyor fakat gerçek ustalığın taşları doğru zamanda ve doğru şekilde hareket ettirmek olduğunu anlayamıyoruz. E madem bakınca anlayamıyoruz bir hikaye ile anlatalım.
Hikayenin ismi "Esnafın sırrı."
"Kerem, adında yıllardır Londra’da yaşayan genç bir ekonomist varmış. Türkiye’de ekonomi üzerine yazılar yazıyormuş ama uzun süredir memlekete gelmemiş. Sosyal medyada sürekli ekonomiyle ilgili tartışmaları görünce, durumu yerinde görmek için İstanbul’a gitmeye karar vermiş.
Havalimanına indiğinde Kerem bir şaşırmış. Havaalanı hareketli, insanlar valizleriyle oradan oraya koşuşturuyormuş. “Hani ekonomi kötüydü, insanlar nasıl bu kadar çok seyahat edebiliyor?” diye düşünmüş.
Hemen bir taksiye atlamış ardından taksiciye sormuş;
-İşler nasıl, ekonomi nasıl gidiyor?
-Çok şükür, çalışana ekmek var. Ama tabii, eskiye göre biraz daha dikkatli olmak lazım.
Kerem şehre geldiğinde kafelerin dolu olduğunu görmüş. Mağazalar tıklım tıklımmış. İnsanlar durmadan alışveriş yapıyormuş. “Demek ki alım gücü o kadar da düşmemiş.” diye düşünmüş Kerem.
Ancak asıl şaşkınlığı, çocukluğunun geçtiği mahallede yaşamış genç ekonomist. Küçük bir esnaf lokantasına girmüş. Sahibi, yıllardır işlettiği dükkanın arkasında çayını yudumluyormuş.
-Abi, işler nasıl? diye sormuş Kerem.
Esnaf gülümsemiş;
-İyi hamdolsun, işte idare ediyoruz.
Kerem meraklanmış;
-Ama ben sürekli şikayet edenleri görüyorum. Her şey çok kötü diyorlar. Gerçekten nasıl durum?
Esnaf hafifçe gülmüş, çayından bir yudum almış ve Kerem’e dönmüş;
-Bak kardeşim, biz burada sabah dükkanı açarız, akşama kadar çalışırız. Eskiden de böyleydi, şimdi de böyle. Ama bazıları oturduğu yerden konuşur, şikayet eder. Ben işime bakarım. İşleyen kazanır.
Kerem düşünmüş. Twitter’daki (X) tartışmalar aklına gelmiş. Türkiye hakkında yazılan karamsar analizler, sosyal medyadaki yorumlar… Ama gözlerinin önünde bambaşka bir tablo varmış.
O an fark etmiş Kerem;
Ekonomiyi sadece rakamlarla görmek yetmiyormuş. İnsanların mücadele gücü, üretkenliği, pes etmemesi de bir ekonominin en büyük gücüymüş aslında.
Hemen dışarı çıkmış, İstanbul’un kalabalık caddelerine şöyle bi bakmış. Birçok ülke krizdeyken, burası bi şekilde hala ayaktaymış.
Kendi kendine gülümsemiş Kerem
-Demek ki bazı şeyleri uzaktan bakarak anlamak mümkün değilmiş.
Bu da Kerem'in hikayesiymiş. Yani sözün özü. El elin eşeğini türkü çağırarak arar.
Dışarıdan konuşmak her olay için çok kolay. Gerçekleri anlamak için içeriden, sahadan görmek gerekir. Tıpkı Kerem’in sosyal medya yorumlarıyla gerçeği anlayamayacağını fark etmesi gibi.
...İnsanlık tarihinin en büyük sorularından biri sanırım; biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz? olabilir. Ancak günümüz insanının kafasını daha çok kurcalayan, terletip uykusuz bırakan asıl konu baş ucumuzda olacak kadar bellidir: Şifrem neydi ya?
Teknolojinin hayatımızı kolaylaştıracağına dair verilen tüm sözlerin arasından sıyrılıp bize en büyük zorluğu yaşatan şey kesinlikle şifrelerdir. Telefonlarımızın kilidini açmak için şifre, bilgisayara girmek için şifre, maillerimize bakmak için şifre... Sosyal medya, banka hesapları, alışveriş siteleri, hatta bazen markette indirim kuponunu kullanabilmek için bile bir şifre gerekiyor. Ve işin kötüsü, güvenlik nedeniyle her platform 'Şifreniz en az sekiz karakter içermeli, bir büyük harf, bir küçük harf, bir rakam ve bir özel karakter bulunmalı' gibi kriterler koyuyor. E haliyle "123456" yazıp geçemiyoruz.
Güvenli bir şifre oluşturmak için en az bir uzaylı dilinden harf, mitolojik bir yaratığın adı ve 1970’lerin bir bilim kurgu filmine referans eklememiz gerekiyor. Ve tabii ki, bunu asla unutmamalıyız. Ama gelin görün ki, insan beyni buna pek uygun değil. Hayatımızda bin tane şey varken, bir de şifreleri akılda tutmaya çalışmak, telefon numarasını ezberlemeye çalıştığımız eski günleri bile özletecek seviyede zorlayıcı.
Şifreleri unuttuğumuzda ne yapıyoruz? Klasik senaryoyu biliyorsunuz: Önce büyük bir özgüvenle 'ben hatırlıyorumdur' diye giriş yapmaya çalışırız. İlk deneme başarısız olur. 'Neyse, büyük ihtimalle yanlış yazdım' diyerek bir daha deneriz. O da olmaz. Hafif bir panik başlar. 'Dur, büyük harfi unutmuş olabilirim' diyerek üçüncü denemeyi yaparız. O da yanlış çıkınca, artık karşımıza şu tehdit gelir: 'Son bir deneme hakkınız kaldı, yanlış girerseniz hesabınız bloke edilecek.' İşte burada derin bir nefes alır, içten içe 'Ben kimim? Ben ne yapıyorum? Şifreyi ne zaman değiştirmiştim?' gibi sorularla varoluşsal bir krize gireriz.
Şifremizi unuttuğumuzu tamamen kabullendiğimizde ise şifremi unuttum seçeneğine tıklayarak kendimizi şansımıza bırakırız. Mail veya SMS ile gelen doğrulama kodlarını kullanarak yeni bir şifre belirleriz ve ne yaparız? Tabii ki az önce unuttuğumuz şifre kadar karmaşık bir şifre daha oluştururuz! Çünkü bir güncelleme yapıyorsak, bunu daha iyi yapmamız lazım değil mi? Kendi kazdığımız kuyuya bir kazma daha vurmuş oluruz.
Bu döngü sonsuza kadar devam eder. Hatta bazılarımız şifrelerini yazıp bir yerlere kaydeder. Ama asıl trajikomik olan şey, bu notları da kaybetmemizdir. Öyle ki, yazdığımız kağıdı bulmak için de başka bir şifreli defteri açmamız gerekir.
Asıl korkutucu olan ise yapay zekânın ve robotların bir gün bize acıyarak bakıp Gerçekten mi? Yine mi şifreni unuttun? diyeceği günler. Düşünün, telefonunuz size şöyle diyor: Yine mi? Beşinci kez sıfırlıyorsun bu hafta. Sana özel bir rehber mi hazırlayayım? İşte o zaman teknolojiye olan güvenimiz yerle bir olacak.
O zamana kadar, önerim şudur: Şifrelerinizi unutmayacağınız bir sistem geliştirin. Ama sakın aynı şifreyi her yerde kullanmayın. Yoksa bir gün bir yerde şifreniz sızdırılırsa, tüm hayatınızın kilidini aynı anda açan anahtar elden gider. Belki de en iyisi, güvenli bir şifre yöneticisi kullanmak ya da eski usul bir deftere yazıp onu iyi saklamak olabilir. Ama defteri kaybederseniz, işte o zaman büyük kriz!
Şifrelerle olan savaşımız hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Unutmak insana mahsus, hatırlamak ise bazen imkânsız! Yine de ne olursa olsun, en azından şifremizi unutunca yalnız olmadığımızı bilmek güzel bir teselli.
İnsanın bu unutkanlığı bir gün işimize yarar mı dersiniz?
Eğer bir gün dünya tamamen yapay zekâlar tarafından ele geçirilirse, insanlığın en büyük silahı şifresini hatırlamayan milyonlarca insan olabilir :)
Kullanıcıların dijital ortamda etkileşimde bulunabileceği, sanal dünyalarda varlık gösterebileceği, iş yapabileceği, oyun oynayabileceği ve sosyal etkileşimlerde bulunabileceği bir sanal evreni ifade eden Metaverse, Mark Zuckerberg'in şirketiyle büyük bir hızla gelişiyor. Ancak bu dijital dünyaların fiziksel gerçeklikle arasındaki sınırlar giderek daha fazla siliniyor.
Metaverse’in sunduğu deneyimler, toplumsal ve kültürel birçok değişimi beraberinde getiriyor. Bu sanal evrende insanlar, gerçek hayattaki sınırlamalardan bağımsız olarak birbirleriyle iletişim kurabiliyor. Örneğin, sanal dünyada eğitim almak, çalışmak ya da sosyal etkinlikler yapmak mümkün hale geliyor. Ancak bunun yanı sıra, bu dijital dünyanın fiziksel etkileşimlerin yerini alıp almayacağı, nasıl etkileyeceği ise büyük bir soru işareti. İnsanlar sosyal medya, oyunlar ve diğer dijital platformlar aracılığıyla daha fazla etkileşimde bulundukça, yüz yüze etkileşimler azalabilir.
İnsanlar, avatarlar aracılığıyla kendilerini sanal dünyada ifade edebilir ve kimliklerini yeniden şekillendirebilir. Bu durum, toplumsal yapıyı ve bireylerin sosyal kimliklerini etkileyebilir. İnsanlar, sanal dünyada geçirdikleri zaman ile gerçek hayatta yaşadıkları deneyimleri birbirine karıştırabilir Böylece gerçek dünyadaki sorunlarla karşılaştıklarında büyük çıkmaza girebilirler.
Metaverse’in büyümesi, sanal ve gerçek dünya arasındaki sınırları giderek daha belirsiz hale getirecek. İnsanlar, dijital dünyada daha fazla yer aldıkça, fiziksel yaşamla dijital yaşam arasındaki dengeyi yeniden kurmak zorunda kalacak.
...İnsan, yapısı gereği en çok iletişime ihtiyaç duyar. İletişim ihtiyacı, insanın varlığını idamesinde ön koşul olarak yaşamının her alanında kendini gösterir. Bu yüzdendir ki insan, yer yurttan önce kendine bir dil birikimi oluşturmuştur. Dil birikimi, insanın varlığının da kanıtıdır.
Her milletin kendine has oluşturduğu bu dil birikimi, o milletin etnik, kültürel, tarihi, coğrafi özelliklerinden asırlarca beslenir. Kendi etnik yapısı içerisinde oluşturduğu her bir kelime, her bir dil unsuru, o milletin tarihi ile eş zamanlı oluşur ve ilerler.
Dil, var olduğu toplumun kendi içinde oluşturduğu kültürel yapısı, tarihi süreci ve jeopolitik unsurları ile de yakından ilişkilidir. Aynı zamanda da sadece var olduğu toplumu değil; jeopolitik, tarihi, coğrafi unsurları barındırmasıyla da toplumlararası kültürel birlikteliği de sağlar.
Birbirleri ile herhangi bir konuda birliktelik sağlamış milletlerin dillerinde ister istemez birbirlerine ait izler görülür. Bu izler, o milletlerin geçmişine ışık tutacağı gibi geleceğine de yön verir. Çünkü dil, diğer birçok kültürel unsurun dışında, yaşayan canlı bir etkileşim kaynağıdır. Dillerinde ortak bir kelimeyi barındıran iki halkın, birbirini derinden anlaması ve her anlamda birbirlerine yakınlık hissetmeleri kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu durum, iki halkın kendi arasında derinden bir bağ kurmasını kolaylaştırır. Çünkü insan, her ne kadar farklı milletler olarak ayrılmış olsa da özünde birbirini anlamak, birbiri tarafından anlaşılmak ve birbiriyle anlaşmak ister. Dolayısıyla dil, her şeyden önce insanlar arasında etkileşimi sağlayan en temel unsurdur. Bu, eskiden de böyleydi, günümüzde de böyledir. Sadece etkileşim biçimleri değişmiştir.
Günümüz dünyasında internet çağı ve küreselleşme yaklaşımı ile oldukça kolay olan dillerin etkileşimi, eski devirlerde bu kadar kolay olmuyordu.
Zaman ve mesafelerin bu kadar hızlı- yakın olmadığı tarihi süreç içinde, şartların oluşmasıyla yaşanabilecek birçok önemli unsura ihtiyaç vardı.
Türklerin askeri yönden üstünlüğü, dil etkileşimi için o dönemlerde önemli araçlardan biriydi. Zafer kazanan Türk komutanlarının; milletleri, kahramanlıklarıyla etkilemesi ve daha sayılabilecek birçok etkenlerle Türk Dili, birçok bölgede toplumları, milletleri etkilemiş ve o dillere kazandırdığı birçok kelimeyle o milletlerin dillerinde de varlığını sürdürmüştür.
Dil Birliği, bir toplumun kendi iç yapısındaki önemliliği kadar toplumlararası birlikteliklerde de oldukça önemlidir. “Diline dişine değmek” deyimi bu yaklaşımı çok iyi ifade eder. Bu deyim, karşındakini anlıyor, birlikte aynı sofrada oturabiliyor, yemeklerden aynı tadı alıyorsun demektir. Bunun oluşması için belli bir geçmişi birlikte paylaşmış olmak gerekir.
Dünyanın birçok bölgesinde egemenliğini kuran Türkler, özellikle 15. ve 16.yüzyılda Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman ile egemen oldukları topaklara kendi geleneklerini göreneklerini, kültürel özelliklerini ve Türkçeyi de aktarmışlardır.
Tarihi bir süzgeçten baktığımızda özellikle Osmanlı döneminden günümüze dek ulaşan ulusların kültürel miraslarında Türk izleri görmek bizi şaşırtmaz.
Bunların en başında gelen Mısır’da bugün herhangi bir sokakta yürürken gördüğümüz bir Türkçe tabela, bir lokantada herhangi bir yemek ismi, yolda rastladığımız herhangi bir insanın ismi, mimari bir eserin adı ve eklenebilecek onlarca örnekle karşılaşabiliriz.
Mısır’da Türk varlığı etkisinin görülmeye başlaması, 868 ile 905 yıllarında hüküm süren Tolûnîler Türk devletine kadar uzanır. Sonrasında İhşîdliler 935- 969, Eyyûbîler 1171- 1252 ve Memlüklüler 1250 -1517 yılları arasında Mısır’da hüküm sürdü. Ve akabinde 1517 ile 1801 yılları arasındaki Osmanlı hakimiyeti, Mısır halkının; etnik, kültürel sosyal hayatında ve dilinde derin izler bıraktı.
Özellikle 1260 yılında Memlüklerin Sultan Kotuz ve Sultan Baybars komutasında Türklerden oluşan bir orduyla istilacı Moğolları yenmesi, sadece Mısır’da değil; tüm İslam aleminde Türklerin saygınlığını arttırdı. Türklere olan hayranlığın artmasıyla Türk diline de ilgi arttı. Dönemin Mısır ve Suriye’deki Arap dilcileri tarafından, Kıpçak Türkçesini anlatan gramer ve sözlük kitapları yazıldı. Anadolu’dan, Kafkasya’dan Mısır’a Türk göçleri de Mısır’daki Türkleşmeyi hızlandırıp besledi.
Bilindiği üzere, standart Arapçadan (العربية الفصحة) ayrı Arapçada lehçeler (اللهجات العربية) bulunmaktadır. Bu lehçeler sadece konuşma dilinde kullanılır, standart Arapçadan farklı bir dil konuşulmaktadır, her bir Arap ülkesinin farklı lehçesi vardır, Mısırda konuşulan Arapça lehçesine bakıldığında, Arap ülkelerinde en yaygın konuşulan lehçedir ve Türkçe sözcüklerin en çok barındırdığı lehçedir.
Mısır ile Türkiye arasında oluşan bu tarihi birliktelik, günümüze kadar beslenerek artmıştır. Bu beslenmenin en temel kaynağı dil olmuştur elbetteki. Mısır’da resmi dil Arapça olmasına rağmen sarayda, orduda ve hatta halkın bazı kesimlerinde Türkçe konuşulurdu. Annesi veya eşi Türk olan birçok Sultan vardı. Türklerle herhangi bir soy bağı olmayanlar bile çoğu zaman ordu ile iletişim kurmak için Türkçeyi seçiyordu.
Özellikle Türklerin Mısır’da ordu içinde yapılanmış olması sonucu aralarında oluşan bu dil birliği ile iki millet arasında derin bir bağ kurulmuş ve günümüze kadar bu bağ sağlam bir biçimde gelmiştir.
Günümüz dünyasında değişen ve şekillenen dünya coğrafyasında bugün Türk izlerinin bulunduğu birçok bölgede olduğu gibi Mısır’da da bu tarihi dil etkileşiminden kaynaklanan birliktelik, hep canlı ve dinamiktir.
Tarihte bu dil birliğini sağlayan en güçlü etken olan Türklerin askeriyedeki başarısı, bugün de Mısır halkı için geçerli ve etken bir mottodur.
Dünya zemininde oluşan politik, siyasi gelişmeler, bugün dünyayı farklı bir gelişim sürecine soksa da günün sonunda kazanan; tarihi, kültürel, ortak bir mirasa sahip olan Mısır ve Türkiye arasındaki bu ortak dil olacaktır.
...’90 ve sonrası doğan, gazeteciliği hâlâ icra etmeye çalışan bizler için geriye bir meteor çarpması kalmış gibi hissediyoruz.
Y ve X kuşağı arasında sıkışıp kaldık. Ne tam olarak birine aitiz, ne de diğerine…
Ekonomik krizler, Gezi olayları, terör saldırıları, darbe girişimi, pandemi, yüreğimizi dağlayan kadın ve çocuk cinayetleri, depremler, yangınlar, savaşlar, seçimler… Ve bugün…
Bunlar sadece bizi değil, bu ülkede 7’den 70’e herkesi yordu.
Ve biliyoruz ki bu daha başlangıç…
Zamanla yaşananları normalleştirmeyi öğrendik. Hayatta kalmak için duygularımızı bastırmayı, mantık çerçevesinde hareket etmeyi içselleştirdik. Kendi psikoloğumuz olduk, belki de böyle şekillendik, evrildik. Üzerimizdeki manipülatif baskılar, bir sonraki adımımızı daha sağlam atmamız gerektiğini gösterdi. Hep tetikteydik, hep diken üstünde…
Ama peki ya biz?
Bu fırtınanın ortasında kalemimizi sağlam tutmaya çalışırken neler hissettik? İşimizi en doğru, en tarafsız şekilde yapmaya çalışırken içimizde neler koptu? Ruhumuz hangi yükleri sırtladı?
İşte bunları benimle aynı dönemde bu mesleği yapmış, yapmaya devam eden kader ortaklarıma sordum. Kalemi eline alıp sahada ter dökmüş meslektaşlarım ne yaşadı, ne hissetti?
Gelen cevapları, isim vermeden, olduğu gibi sizlerle paylaşıyorum. Sözü onlara bırakıyorum…
E.N.K: "Bizler ilk bakışta kesinlikle bahtsız bedevileriz... Bunca olayı daha anlık içinde bulunduğumuz durumu atlatamadan bir yenisini yaşamayı, hepsini bir arada bu kadar kısa yıllar içerisinde nasıl görebiliriz aklım almıyor bazen Ancak bazen de aslında tarihin en önemli anlarına şahidiz aslında diyorum belki de bu mesleği yapmanın en hareketli ve en anlamlı günleri bunlar. 'Gazetecinin gecesi gündüzü olmaz' demişlerdi bu mesleğe başlarken ama böyle kulağa o zamanlar havalı gibi gelirken, bu kadar ciddi olduklarını tahmin edememiştim Yine de bu bir bağımlılık, yılsak da seviyoruz merkez"
M.B: "Gecesi gündüzü yok. Bayram seyran bilmez. Kişisel özel günlerinizin düşmanıdır. Tatil mi?! Unut onu. Parasını ödeyip gidemediğiniz etkinlikler, iptal etmek zorunda olduğunuz biletler. Gidemediğiniz konserler…
Tarihe yaşayarak tanıklık ederken kendinizi unutursunuz ve bunu hissettirmeden sinsice yapar bu meslek…
Her şeye rağmen günün sonunda, yaptığınız iş size şunu fısıldar; İYİ Kİ bu kutsal mesleğin bir ferdiyim.
Gazetecilik, televizyon haberciliği bir aşktır. Eee aşkın da yorduğu zamanlar elbette vardır. Olsun, aşk da bizim dert de…"
L.Ö: "Bazen ne kadar çok şey yaşıyoruz desek de aslında yaşadığımız her önemli gündemde aynı zamanda tarihe şahitlik ediyoruz gibi geliyor. Bu meslekte olmasaydık belki de bu kadar alakadar olamayacağımız konulara hem meslek hem de mesleğin yeniden şekillendirdiği tercihlerimiz gereği daha bir ilgili ve alakalı oluyoruz."
S.A.S: "Böylesi ardı ardına üzücü olayların yaşandığı döneme gazeteci olarak şahitlik etmek gerçekten yorucu... Ama biz bu riskleri göze olarak bir yola çıktık, baskılar bizi yıldıramaz."
K.Ç: "Biz haberi yazarken tarihe not düştüğünü sanan ama aslında tarihin tam ortasına savrulan bir kuşak olduk. Her felaketi manşet yaptık, her manşeti felaket gibi yaşadık. Biz haber peşinde koşarken dünya hız kesmeden değişti. Bazen de altüst oldu. X ve Y kuşağı arasında bir köprü gibi durduk, ama çoğu zaman sallanan bir ip üzerinde kalmaya çalıştık. Kimi zaman haberi biz yakaladık, kimi zaman da haber bizi yakaladı. X ve Y kuşakları arasında sıkışmış olsak da, gazetecilik mesleği her dönemde kendi yolunu bulmayı başardı."
H.K: "Kolay olmayacağını en başından beri biliyordum, ama benim bu kadar güçlü kalacağımı bilmiyordum. Dönüp baktığımda görüyorum ve görmeye devam edeceğimi biliyorum ki bizim kalemimiz ve inancımızın yanında tüm olumsuzluklar pire kadar zayıf ve geçici, kalıcı olan biziz."
E.K: "Yoğun haber bombardımanında çalışmak, “Ben bu gereksiz bilgilere neden sahibim” diye : kendini sorgulamak, sürekli kafanda bir şeylerin dönüp duruyor olması yorucu. Ama bir yandan da bize çok şey kattığına inanıyorum. En önemlisi tarihe tanıklık ediyor, sosyal medya dezenformasyonuna maruz kalan insanlara doğru bilgiyi aktarmaya çalışıyoruz. Türkiye’de gündem yılda birkaç gün sakin olur o günler de “Haber yok çok sıkılıyorum” diye birbirimize dert yanarız. Bana sorarsanız yoğun çalışmak mı yoksa gündem sakinken sıkılmak mı daha iyi diye her zaman ilk seçeneği tercih ederim…"
H.A: "Gece ve gündüzün karıştığı, zaman kavramını yitirdiğim ve 'Daha ne göreceğiz?' sorusunu sormaktan çekindiğim anlar... Sokak olaylarının çare olmadığını, gerilimi daha artırdığını herkesin görmesi umuduyla..."
N.N.Ç: "Yaptığımız her iş aslında tarihe not düşmek. Mesai kavramının fazlasıyla esnek olduğu, kişinin “haber neredeyse ben orada olmalıyım” bakış açısıyla hareket etmesini sağlıyor. Tarihi kırılma anlarına şahitlik ederken o anları insanlara ulaştıran bir meslek yapmak işin kıymetini arttırıyor. Tarihe not düşmek ve bunu nesillere aktarmak bizim nasibimiz. Seviyoruz… her türlü yıpranmışlıkpayınarağmen."
Mutfak, bir yemek pişirme alanı olmasının yanında bir kültürün, bir toplumun ve en önemlisi de insan ruhunun bir aynası olarak görülür. Bir yemeğin kokusu, bir şehrin sokaklarını, bir annenin şefkatini ve bir dost meclisinin sıcaklığını içinde saklar. İşte tam da bu nedenle, Gönül Mutfağı bir mutfak olmasının çok ötesinde, insan ruhunun, dayanışmanın ve umudun yoğrulduğu bir ocak kabul edilmeli.
Bu topraklar, acının ve felaketin karanlık gölgesinde nice zamanlar geçirdi. 6 Şubat 2023'te yaşanan o büyük sarsıntı, binaları ve bir anlamda içindeki umutları da yıktı. Ancak her seferinde, milletimizin içindeki dayanışma ateşi, en büyük bir şifa kaynağı oldu.
Şimdi, o topraklarda yeşeren bir iyilik hareketi var
18 Mart'ta, İskenderun'da, Ebru Baybara Demir'in Gönül Mutfağı'nda, çocuk kahkahalarının yankılandığı, umutların filizlendiği bir etkinliğe tanıklık ettim. Yapılan iş, geleceğe atılan sağlam bir imzaydı sanki.
Ebru Baybara Demir'in öncülüğünde, Unico Sigorta ve Gönül Mutfağı'nın bir araya gelerek başlattığı bu anlamlı proje, çocukların sağlıklı gıdaya erişimini sağlayan bir umut sofrası oldu. Hatay İskenderun’daki Mevlâna ve Kadınana ilkokullarında kurulan bu sofralar, öğrencilerin karınlarını doyurmakla birlikte geleceğe ait düşleri de besledi.
Her bir tabak, bir iyilik hareketine dönüştü, her bir gülümseme, geleceğe dair bir umut ışığı oldu.
Unico Sigorta CEO'su Ender Güzeler'in dediği gibi, bu proje sıradan bir yemek dağıtım işi değil, aynı zamanda bir gelecek inşasıydı. Gönül mutfağında pişen yemekler, çocukların ve kadınların umutlarını yeşertti.
Gönül mutfağının hikayesi
Ebru Baybara Demir’in öncülüğünde hayata geçen Gönül Mutfağı, yoksulluğun ve göçün paramparça ettiği hayatlara bir tutam umut ekmek için doğdu. Bu mutfak, karın doyurmakla birlikte; hayatlara dokunur, insanları bir araya getirir ve kaybolmaya yüz tutmuş değerleri yeniden harmanlar. Özellikle gönüllülerin, herhangi bir nedenle Türkiye’yede mağdur olan kadınların ve yerel halkın omuz omuza vererek işlettiği bu mutfak, ekmeği paylaşmanın ne demek olduğunu en derin anlamıyla anlatan bir hikâyeye sahip.
Gönül Mutfağı, ilk olarak Mardin’de, binlerce mültecinin umut aradığı dar sokaklarda yükseldi. Burada kadınlar, kendi mutfak kültürlerini kaybetmeden, onu Anadolu’nun köklü lezzetleriyle buluşturdu. Geleneksel tarifler, farklı coğrafyalardan gelen ellerde yeniden şekillendi; tencereler kaynadıkça, diller çözülmeye, yüzler gülmeye başladı. Mutfak, yemek yapılan bir yer olmaktan çıkıp iyileşmenin, birlikte var olmanın bir sembolüne dönüştü.
Ancak Gönül Mutfağı’nın hikâyesi Mardin’le sınırlı kalmadı. 2023’te yaşanan büyük deprem felaketi, binlerce insanı aç, susuz ve umutsuz bıraktığında, bu mutfak bir kez daha devreye girdi. Hatay’dan Kahramanmaraş’a, Adıyaman’dan Malatya’ya uzanan bir iyilik ağı kuruldu. Yemek pişirmek, burada bir kez daha kutsal bir anlam kazandı. Sıcak bir çorba, hem mideyi hem de insanların içini ısıttı. El birliğiyle pişirilen her yemek, açlığı ve çaresizliği dindirdi.
Paylaşmak
Gönül Mutfağı’nın özünde yatan felsefe, insanı insan yapan en temel değerlerden birine dayanır: paylaşmak. Burada yemek, günün herhangi bir öğünü değil, bir hikâye... İçine katılan her baharat, farklı kültürlerden gelen insanların kesişen yollarını anlatır. Ocakta kaynayan her tencere, bir topluluğun nasıl birbirine kenetlenebileceğinin en güçlü göstergesi sayılır.
“Gıda israfına dur de”
İstanbul Ticaret odasının bu yılın başında tanıttığı “Gıda israfına dur de” projesinin bir benzeri yıllardır Ebru Baybara Demir’in öncülüğünde o topraklarda yapılıyordu. Bu proje, sürdürülebilir bir sosyal girişim modeli olarak da dikkat çekmesinin yanında gıda israfını en aza indirme, yerel üreticiyi destekleme, kadın emeğini güçlendirme gibi birçok alanda da fark oluşturuyor. Burada mutfak bir iş yeri olmasının yanında, bir eğitim merkezi; kadınların ekonomik özgürlüklerini kazandıkları, meslek edindikleri, hayata yeni bir başlangıç yaptıkları bir okul.
Özetle,
Gönül Mutfağı sıradan yemek pişirilen bir yer değil; umudun, kardeşliğin ve dayanışmanın sofraya taşındığı bir hikâye. Bu mutfakta pişen her bir yemek, karınları doyurmakla birlikte; iyiliği, sevgiyi ve birlikteliği insanın ta derinlerine işler. Çünkü bir mutfağı gerçek anlamda bir ‘gönül mutfağı’ yapan şey, içine katılan malzemeler değil, ona ruhunu veren insanların yüreği...
...Nefes kesen bir dizi ile yeniden karşınızdayız. 4 bölümlük Adolescence (Ergenlik) isimli mini dizi geçtiğimiz hafta yayınlandı.
Dizi yayınlandıktan kısa süre sonra büyük beğeni topladı.
Adolescence de en dikkat çeken ilk durum dizinin tek bir sekansta çekilmesi oldu. Kısa soluklu projelerde tercih edilen tek sekansın 4 bölümlük bir dizi de tercih edilmesinde en büyük etken ise senaryo oldu.
Senaryo tamamen günümüzde kopuk ailelerin çocuklarını sanal dünyaya kitlemeleri sonucu oluşan toplumsal olayları ele alıyor. Henüz 13 yaşındaki bir çocuğun sınıftaki kız arkadaşını bıçakla öldürdüğü düşünülüyor. Ailesi çocuklarının böyle bir suç işleyebileceğini önce düşünmüyor ancak süreç tüyleri diken diken eden olaylara çıkıyor.
Çocukların hafızalarına yerleştirilen gizli kodlar, sosyal medya ve dijital oyunların tehlikelerini gösteren dizide gerilimi artıran sahneler izleyiciyi adeta sahne içine sürüklüyor. Anne babaların kendilerini sorguladıkları ve çocukların büyük tehlikede olduğu bu diziyi herkesin izlemesini tavsiye ederim.
Dizi de en dikkat çeken diğer durum ise katil olarak gözetim altında tutulan çocuğun muazzam oyunculuğu oldu. Ayrıca çocuk, karakter oyunculuğun içinde psikolojik bir yan karakterde sergiledi. Gerilim arttıkça ailelerdeki kusurları çocuklarını tanımadıkları ortaya çıkıyor. Peki 13 yaşındaki çocuk gerçekten katil mi? Soluksuz izleyebileceğiniz bu mini diziyi mutlaka listenize ekleyin.
Millilerimiz, Macaristan karşısından fiziki ve 3-1’lik skor üstünlüğüyle Budapeşte’deki rövanş mücadelesine avantajlı bir şekilde çıkacak. UEFA Uluslar A Ligi’ni hedefleyen Bizim Çocuklar, dün gece Rams Park’ta resital sundu.
Karşılaşmasının açılış golünü kaydeden Orkun Kökçü ceza sahası dışından kusursuz bir vuruşla fitili ateşledi. Maçın adamı seçilen Kerem Aktürkoğlu, Milli formayla “evinde” 1 gol ve 1 asistle oynadı. Gecenin bir diğer yıldızı ise kuşkusuz Oğuz Aydın.
İlk kez milli formayı giyen Aydın, 2 asistle ön plana çıktı. 2. Yarının sonlarına doğru oyuna giren İrfan Can Kahveci de geceyi boş geçmedi. Macaristan karşısında hücum ve fiziki anlamda güç bizdeydi. İkili mücadelelerin sert geçtiği karşılaşmada Bizim Çocuklar ayakta kalmayı başardı.
Montella, bu mücadeleye çok iyi hazırlanmış. Fakat olumsuz ve eksik yönlerimizi de görmezden gelmemeliyiz. Bence zincirin en zayıf halkası; Samet Akaydın. Neredeyse savunmanın dengesiz yakalanması neden olan bütün pozisyonların içerisinde Samet vardı.
Zorunluluk ve eksik olmaması halinde Samet’in ilk 11’de başlaması büyük bir eksi yazar… Savunmandan ileriye harika uzun paslar atan Abdülkerim Bardakçı’nın da hakkını teslim etmek gerek. Zincirleme olarak gollerin içerisinde olan bir Abdülkerim performansı izledik.
Bireysel becerilerin ön plana çıktığı gecede Millilerimiz yüzümüzü güldürmeyi başardı. Umarım ki Pazar günüde benzer bir oyunla A Ligi’ne bileti biz alırız…
...Siyasi gündem ne kadar hareketli olursa olsun, ekonomiye dair olumlu bakış açısını korumak her zaman mümkün. Evet, fiyatlar dalgalanıyor, piyasalar bazen belirsizleşiyor, ama her dalgalanmanın ardından bir denge noktası gelir, hep de geldi. Ekonomik süreçler uzun vadeli bir yolculuk ve her inişin bir çıkışı var.
Son dönemde girişimcilikte ve dijital ekonomide ciddi bir hareketlilik var. İnsanlar yeni iş modelleri keşfediyor, küçük işletmeler sosyal medya sayesinde büyüyor, bireysel tasarruf ve yatırım konularına ilgi artıyor. Bu, ekonomik bilinçlenmeyi özümsediğimizin bir kanıtı aslında.
Zorluklar olsa da uyum sağlayabilenler için her dönem yeni fırsatlar var. Önemli olan, değişimi takip etmek, kendimizi geliştirmek ve ekonomik şartlara karşı güçlü durabilmek. Ne de olsa krizleri atlatanlar, fırsatları görebilenler oluyor.
Bugün belki bazı şeyler zor gibi görünebilir ama unutmayalım, ekonomi sadece rakamlardan ibaret değil, insanın adaptasyon gücü ve zihniyle de şekillenebilen bir sistem. O yüzden dalgalara kapılmak yerine, yönümüzü doğru belirleyerek yol almaya devam etmeliyiz.
Bazen piyasalardaki belirsizlik moralimizi bozsa da unutulmaması gereken bir şey var. Hiçbir kriz sonsuza kadar sürmez. Tarih boyunca her durgunluk, ardından bir toparlanma sürecini getirdi.
Bugün yaşanan zorluklar, aslında yeni fırsatların habercisi olabilir. Teknoloji gelişiyor, dijital ekonomi büyüyor, bireysel girişimler artıyor. Kriz dönemlerinde en büyük atılımlar yapılır çünkü insanlar daha hızlı çözümler üretmeye zorlanır. Zorluklara takılıp kalmak yerine, fırsatları görmeye çalışmalıyız.
Çünkü ekonomi bir döngüden ibaret: Bugün sıkı duranlar, yarının kazananları olacak.
...Hepimiz diye diye unuttuğumuz bir şeyi hatırlatmaya davet ediyorum: Tek olmanın gücünü. İnovasyon denince aklımıza hep daha hızlı, daha akıllı, daha çok geliyor, değil mi? Ya “daha yavaş, daha insani, daha az diyenler? Onlar nerede? Bu yazı, tarihin tozlu sayfalarından fırlamış, ters köşe insanların hikayeleriyle dolu. Teknoloji dünyasının parlak ışıklarına bir de mum ışığından bakalım istedim.
Tarih hep doğruyu söyleyenlerin değil, yanlış diyenlerin omuzlarında yükselir. Ne demek istediğimi ilerleyen satırlarımda anlayacaksınız.
Milattan önce 399’da, Sokrates bir bardak zehri içmeden önce şöyle demişti: “Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez.” Peki Sokrates’i ölüme götüren neydi? Gençleri yanlış yola soktuğu iddiası. Oysa bugün onu, Batı felsefesinin babası olarak anıyoruz.
Aynı şeyi söyleyebilecek bir başka isim: Galileo. Dünya’nın döndüğünü söylediği için Engizisyon’a teslim edilen adam. Kilise ona, Yeter, sus artık! dediğinde, Galileo’nun mırıldandığı iddia edilen o meşhur cümle: Yine de dönüyor.
İşte teknoloji dünyasının hepimiz diyen kalabalığına inat, “ben tek” diyenlerin ilham kaynağı.
Steve Jobs, inovasyon, 1.000 şeyi söylemeyip 1’ini mükemmel yapmaktır der. Peki ya bu 1 şeyi bulmak için kaç kişi yavaşlamayı göze alır? Günümüzde her şey “anlık” olsun istiyoruz: Anlık mesajlaşma, anlık teslimat, anlık beğeni…
Oysa tarih, yavaşlayanların hikayeleriyle dolu.
Johannes Gutenberg. Matbaayı icat etmek için 20 yılını harcadı. Hiçbir yatırımcı ona, Hadi ama, MVP’yi (Minimum Uygulanabilir Ürün) çıkar da test edelim! demedi. Ama sonunda insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden birini başlattı. Belki de inovasyon, hız değil, sabır demektir.
1940’larda Hollywood’un en güzel yıldızı Hedy Lamarr, bir yandan film çekiyor, bir yandan da Nazi denizaltılarının torpidolarını şaşırtmak için frekans atlamalı bir sistem geliştiriyordu. Kimse onu ciddiye almadı. Sen aktris ol, mühendislik sana göre değil dediler. Ama bugün Wi-Fi ve Bluetooth’un temelini atan o buluştu. Teknoloji dünyası, Lamarr’a teşekkür borcunu ancak ölümünden sonra ödeyebildi.
Örneğin, sosyal medyadan uzak duranlar anti-sosyal mi, yoksa zihinsel özgürlüğünü koruyan vizyonerler mi? Ya da kâğıt kitap ısrarıyla eski kafalı denenler, aslında dokunma duyusunun sihrini savunan direnişçiler mi?
Tarih, hepimiz diyenlerin değil, ben tek diyenlerin hikayeleriyle, onların gece gündüzlerini inandıklarını başarmak arzusu ile çabaladıkları yılların eseri olmuştur.
Tesla, Edison’un doğru akım çılgınlığına karşı alternatif akımı savundu.
Rosa Parks, bir otobüs koltuğunda tek başına oturarak, milyonlara ilham oldu.
Greta Thunberg, okulu kırıp iklim için grev yaparak, teklikten birlik oluşturdu.
Belki siz de bugün, hepimiz diyen kalabalığa karşı, içinizdeki tekin sesini dinlemelisiniz. Kim bilir, belki yarının Galileo’su sizsinizdir…
Bu yazıyı okurken telefonunuzu bir kenara bırakıp, pencereden dışarı bakmanız tavsiye edebilirim.
İnovasyon bazen de hiçbir şey yapmamak olabilir!
Bedenen hiç bir şey yapmadığınızı zannetseniz de beyninize verdiğiniz bu fırsat inovasyonu tetikleyici ana unsur olabilir.