SON YAZILAR
18.04.2025
Tüm Yazıları

İçimizdeki Şeytanlar: Bu Milletin İradesine Sızmak İsteyenler

Devlet Bahçeli’nin “içimizdeki şeytanlar” sözü, sadece bir siyasi uyarı değil; tarihten bugüne Anadolu topraklarında kurulan her ihaneti, her oyunu, her tuzağı deşifre eden derin bir millet hafızasının yansımasıdır.

Tarih bir aynadır. Ama bu aynaya nasıl baktığın çok daha önemlidir. Nasıl bakarsan öyle görürsün. Kendini ya görürsün ya unutursun.

Anadolu, bin yıldır nice savaşa, nice ihanete, nice ihaneti boşa çıkaran iradeye tanıklık etti. Ama düşman her zaman sınırdan girmedi. Bazen içerden konuştu. Bazen kardeş gibi sarıldı, hançerini yüreğimize sapladı. Bunu bir kez yaşamadık.

“Bizans surlarından içeri girmeden önce Halil İnalcık’ın ifadesiyle, “gönüller fethedilmişti.” Ama İstanbul’u kaybeden Bizans, içeriden çökmüştü. Dış düşman değil, içteki entrika yedi imparatorluğu bir çöplüğe çevirmişti.”

Bu oyun hiç değişmedi. Benzer örnekleri defalarca yaşamış bu millet, Devlet Bahçeli’nin işaret ettiği “içimizdeki şeytanlar” manifestosunu dikkatlice okumalıdır ve okuyacaktır da.

Devlet Bahçeli’nin, “İçimizdeki şeytanlar” sözü, bir siyasi polemik değil, bir devlet refleksidir. Uyarı değil, tarihsel bir hafızanın sesidir. Çünkü bir millet, içindeki şeytanı tanımadan dışarıdaki düşmanı yenemez.

Tarihten Bir Ayna: Sadrazam Sokullu’nun Sözleri

Osmanlı'nın en kudretli sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa, bir gün Padişah’a şöyle der:

“Devlet dışardan yıkılmaz. Yıkılacaksa içeriden yıkılır. Bunu söylediği günlerde Osmanlı, Viyana kapılarına dayanmıştı. Ama içeride rüşvet, haset ve menfaat tohumları yeşermeye başlamıştı. Dışarıda at süren devlet, içeride iç çekişmelere yenik düştü.
Dikkat edin, savaşla değil; sızmayla yıkıldı Osmanlı.

Bugün yine aynı metotları görmek mümkün.
Siyasi sızma, fikirsel tahrifat, milli iradeye dolaylı darbe girişimleri …

Görünürde Dost, Zihniyetle Düşman

İçimizdeki şeytanlar, artık üniforma giymiyor. Kimi ekranlarda uzman, kimi kürsüde akademisyen, kimi mevkide bürokrat, kimi mahfillerde gazeteci kılığında...

Ama ortak özellikleri şu:
Bu ülkenin değerlerini sevmiyorlar.
Bu milletin kaderini paylaşmıyorlar.
Ama bu milletin sofrasına oturmaktan, sırtından geçinmekten geri durmuyorlar.

Ve biz bunları sadece satır aralarında değil, Sevr masasında da gördük, 27 Mayıs'ta da, 12 Eylül’de de, 15 Temmuz’da da...

Bir Milleti Yıkmak İçin Onu Bölmeye Gerek Yok, Güvenini Sarsmak Yeter

İşte Devlet Bahçeli bu tehlikeye dikkat çekiyor. “İçimizdeki şeytanlar” derken, siyasi bir partiyi değil, milletin ortak ruhunu hedef alanları işaret ediyor.

Çünkü biliyor ki:
Bir binayı dinamitle yıkmak gerekmiyor,
Temeline su sızdırmak yetiyor.

Ve biz bu ülkenin temeline göz dikenleri iyi tanırız.
1919’da yedi düvel yetmediği için içerideki manda heveslileri çıktı sahneye.
2025’te de aynı oyun yeni figüranlarla tekrar sahneleniyor.

Bu Milletin Genetik Hafızasında Direniş Var

Kurtuluş Savaşı’nın ilk cephesi işgal edilen topraklar değil, işgal edilen zihinlerdi.
Ama Mustafa Kemal Paşa bu yüzden Samsun’a çıktı.
Bu yüzden Sivas’ta, Erzurum’da önce milletle buluştu.
Çünkü düşmana karşı önce içerideki gafletle, delaletle mücadele edilmeliydi.

Bugün yine aynı yerdeyiz.
Bu kez tankla değil, trolle geliyorlar.
Bu kez posta kutusuna bildiri atarak değil, ekranlara süslü kelimelerle çıkıyorlar. Ama unuttukları bir şey var:
Bu millet feraset sahibidir.
Kimin dost, kimin maskeli düşman olduğunu bilir.
Ve zamanı geldiğinde hesabı sandıkta sormayı bilir.

Son Söz:

Tarihin bize öğrettiği bir gerçek varsa o da şudur:
İçimizdeki şeytanları tanımadan, dışarıdaki düşmanı yenemeyiz.

Devlet Bahçeli’nin sözünü sadece bir siyasetçinin tepkisi olarak değil, milli bir hafıza refleksi olarak okumak gerekir.

Biz millet olarak biriz.
Bu coğrafyada kardeşliğimizi bozanı tanırız.
Ve en zor zamanlarda, içimizdeki şeytanlara rağmen; Alparslan gibi yürür, Fatih gibi alır, Atatürk gibi ayağa kalkarız.

Çünkü bu milletin kodlarında teslimiyet yoktur.
Ama ihanete de asla geçit yoktur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
15.04.2025
Tüm Yazıları

Dilan Polat, güzellik merkezi açtıktan sonra Instagram ve TikTok’ta yoğun paylaşımlar yaparak kısa sürede tanındı. Takipçilerin ve yorumcuların baskısıyla, lüks yaşamın kaynağı sorgulanmaya başlandı. 7 milyona yakın takipçisi olan Dilan Polat, kara para aklama suçundan 8 ay cezaevinde kaldı.

Cezaevinden çıktıktan sonra da paylaşımlarına devam eden hatta ve hatta takipçi sayısı artan Dilan Polat, tuhaf denilebilecek paylaşımları nedeniyle yeni bir soruşturma başlatılmasına sebep oldu.
Takipçilerinin şikayetleri üzerine, Dilan Polat ve eşi Engin Polat, haklarında yürütülen "uyuşturucu madde kullanımı" iddiaları kapsamında Adli Tıp Kurumu'na giderek saç örneği verdiler. Bu işlem, uyuşturucu madde kullanımının tespiti amacıyla yapıldı.

Söz konusu soruşturma, çiftin sosyal medyada paylaştığı bir video üzerine başlatıldı. Adli Tıp Kurumu'na verilen saç örneklerinin sonuçlarına göre; Dilan Polat ve Engin Polat’ın uyuşturucu kullanmadığı tespit edildi.
SOSYAL MEDYA ÇÜRÜMEYİ SAĞLADI
Dilan Polat’ın yaşadığı durum aslında sosyal medyada algının gerçeğin önüne geçtiğini çok net gösteriyor.
Dilan Polat’ın sosyal medya paylaşımlarındaki tuhaflık, “uyuşturucu kullanıyor” iddiasını da beraberinde getirdi. Sosyal medya kişiler üzerinde nasıl etkili ki uyuşturucunun etkisinde olduğu zannedildi. Çünkü hareketin görsel dili, uyuşturucu kullanımını çağrıştırıyordu. Görsellik artık o kadar güçlü ki ve ulaşılabilir ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İnsanlar sosyal medyada attığı her adımı düşünmeden paylaşırsa, bu paylaşımlar bir gün delil gibi karşısına çıkabilir. Görsellik artık o kadar güçlü ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İstersen bunu da içeren, “algı yönetimi” ya da “gerçek ile görünüşün savaşı” temalı bir yazıya dönüştürebiliriz. Çok güncel ve derin bir konu aslında. Sosyal medyanın en büyük olumsuz etkilerinden biri ise bağımlılık. Bildirimler, beğeniler ve yorumlar dopamin salgılatıyor, bu da sosyal medya kullanımını ödül odaklı bir alışkanlığa dönüştürüyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
15.04.2025
Tüm Yazıları

Her şeyin iç içe geçtiği, seslerin birbirine karıştığı, ekranların gözlerin önüne perde çektiği bir çağdayız. İnsan, kalabalıklar arasında sürüklenirken içimizde yankılanan o ses gittikçe kısılıyor:
‘Sesimi duyan var mı?’

“Bİ’ ARA KONUŞALIM”

Toplu taşıma araçlarında yan yana oturup birbirimize selam vermiyoruz. Aynı binada yaşayıp birbirimizin ismini bile bilmiyoruz. Mesaj kutularımız dolup taşarken, içimizdeki boşluk her geçen gün daha da derinleşiyor. Sevgiler emojilere, dertleşmeler ‘bir ara konuşalım’a, dostluklar ‘like’lara sığdırıldı.

GÖRMENİN FARKINDALIĞI

Birbirimize ulaşmak hiç bu kadar kolay, birbirimizi bu kadar az anlamak da hiç bu kadar yaygın olmamıştı. Kalabalıklar içinde çırpınırken, özlemini duyduğumuz tek şey belki de göz göze gelmek, hissederek dinlenmek, yargılanmadan anlatabilmekti.

GÖRMEK İÇİN BAKMAK GEREKİR

Dijital bağlar, fiziksel mesafeleri kapattı ama duygusal mesafeleri açtı. Gittikçe hızlanan hayatlarımıza, bir an durup kendimizi sormaz olduk.

Yalnızlık artık bir oda değil, bir ruh hali. Ve ne acıdır ki, yalnızlığımızı paylaşacağımız kimse de kalmadı gibi hissediyoruz bazen. Ama belki de hâlâ bir yol var…

Çünkü hâlâ birinin “gerçekten nasılsın?” demesiyle içimiz çözülüyor. Hâlâ bir sıcak elin omzumuzda bıraktığı hissi unutamıyoruz. Hâlâ kalabalıklar arasında bir çift gözle bağ kurunca, içimiz umutla doluyor.

Belki de yeniden başlamak gerekiyor. Bir selamla, bir tebessümle, küçük bir “iyi misin?“le. Kalabalığın içinde bile olsa, birbirimize yeniden temas ederek. Çünkü insanın insana iyi geldiği tek bir an bile, o yalnızlığı yarıp geçen bir ışık olabilir.

Ve biz o ışığı görecek kadar birbirimize yakınız, yeter ki göz göze gelmeyi unutmayalım.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
14.04.2025
Tüm Yazıları

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın açıkladığı taklit ve tağşiş listeleri giderek kabarıyor. Ne yazık ki yalnızca küçük, adı sanı duyulmamış firmalar değil; büyük, tanınan, belki de evimizin bir köşesine kadar girmiş markalar da bu listeye dahil olmaya başladı.

Sofralarımıza Sızan Gölge

Bir sabah uyanıyorsunuz, yıllardır güvenerek aldığınız bir markanın adı bakanlığın tağşiş listesinde yer alıyor. Gözlerinize inanamıyorsunuz. Çünkü o markayı yıllardır çocuğunuzun çantasına koyuyordunuz, annenizin kahvaltı sofrasına taşıyordunuz. Raflardaki o tanıdık ambalaj, şimdi bir güven krizinin simgesi olmuş durumda.

Tağşiş…

Teknik bir terim gibi duyulsa da, anlamı son derece basit ve sarsıcı: Hile. Gıdaya, içeriği tüketiciye bildirilmeden başka maddeler katmak. Zeytinyağında başka yağlar, balla ilgisi olmayan şekerli şuruplar, dana etine karışmış çift tırnaklı ya da domuz ürünleri… Ve dahası.

Ancak meselenin en can alıcı noktası işte burada: Bu sadece gıda güvenliğine ait bir mesele değil, toplumun vicdanıyla, ahlakıyla, sofradaki huzuruyla direk ilgili. Çünkü biz bu topraklarda sofraya yalnızca yemek koymayız; o sofraya dua, emek, muhabbet de konur. O sofraya oturan herkesin içinde, sunulan yemeğe dair bir güven duygusu vardır. İşte tağşiş bu duyguyu kemiriyor.

Peki, nasıl geldik bu noktaya?

Aslında sorunun kökleri daha derin. Gıda üretiminde rekabetin acımasızlığı, ucuzluğun yüceltilmesi, tüketici davranışlarındaki bilinçsizlik ve denetim sistemlerindeki açıklar bu çöküşün başlıca sebepleri olabilir. Bugün bir üretici, “Nasıl daha çok kazanırım?” sorusunu “Nasıl daha kaliteli üretirim?” ‘in yerine tercih ediyorsa, işte orada bu sorun başlar.

Devletin rolü hayati önem sahip

Tarım ve Orman Bakanlığının ürünlerine hile karıştıranları yayınlaması elbette önemli. Ama yeterli mi? Bence değil. Asıl mesele, bu listeye giren firmaların caydırıcı cezalarla karşılaşıp karşılaşmadığı. Bugün listeye girip yarın aynı raflarda yerini alabiliyorsa bir firma, orada adaletin terazisi şaşmış denilebilir.

Nihai noktada Tüketiciye düşen görev de küçümsenmemeli

Etiketi okumak, içeriklere hâkim olmak, küçük üreticiyi desteklemek, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünleri tercih etmek… Bunlar birer fark oluşturma adımları pekala olabilir. Çünkü bazen en büyük değişimler, küçük gibi görünen alışveriş sepetinde başlar.

Unutmamak gerekir ki gıda, sadece besin değil, aynı zamanda bir kültür, kimlik ve sağlıktır.

Özetle, Sofralarımızdaki dürüstlük, ülkemizin bir aynası ve biz, o aynada vicdanlı bir toplumun yansımasını görmek istiyoruz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.04.2025
Tüm Yazıları

Bu hafta ne yazsam ne sunsam size diye düşünürken aslında ekonomi adına son derece hareketli bir hafta geçirdik. Elimde malzeme çoktu. Ancak bu hafta tek gerçeğim vardı. Ölümün matematiği.

Ölüm garip bir denklem. Hayattayken eksik olduğun her şey, öldüğünde fazlalaşıyor. Hiç görüşmezdik ama çok severdim, bir kere karşılaştık ama ışığı çok başkaydı vs vs.

Hayatın en soğuk bilançosu ölüm. Bir gün herkesin hesabı kapanıyor. Ne kadar biriktirirsen biriktir sonunda toplam varlık 'sıfır.' Ama yaşarken değerini piyasa belirlemiyor, öldüğünde aniden herkesin gözünde yüksek potansiyelli bir hisse oluyorsun. Hayattayken lafını esirgeyenler, öldüğünde seni manevi sermaye diye anlatıyor. İnsan, nefes alırken bu kadar kıymetli olmayı başaramıyor da, sustuğu anda herkesin vicdanına dokunuyor. Hayattayken kimsenin uğramadığı profiline, ölümünden sonra şiirler yazılıyor.

Matematik açısından da ölüm ilginç bir eşitlik aslında. Hayat – sen= Geriye kalanların vicdan muhasebesi. Bir kişi eksiliyor ama o eksilmeden sonra herkesin hayatında bir şeyler artıyor. Suçluluk, özlem, pişmanlık gibi. Hiçbir denklem bu kadar sessiz ama bu kadar sarsıcı olamaz. Yaşarken kurulmamış cümleler, sorulmamış 'Nasılsınlar' ölümle birer faiz gibi büyüyüp geri dönüyor herkese.

Her grafik bir gün aşağı döner, ama seni unutanların sayısı zamanla artar. Ölüm, yaşam tablosundaki en son kırmızı kalem.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
11.04.2025
Tüm Yazıları

“Paris’te bir araya global gelen medya devleri ve kişisel yayıncılar, YouTube’nin habercilikteki devrimci rolünü masaya yatırdı. Podcast’ten canlı yayınlara, Shorts’tan çok formatlı reklamlara uzanan bu zirve, dijital medyanın geleceğine dair çarpıcı ipuçları verdi.”

Paris’in ışıltılı atmosferinde, YouTube’nin her yıl başka bir ülkede düzenlediği habercilik zirvesi bu kez EMEA (Europe, Middle East, and Africa) bölgesinin kalbi Fransa’da gerçekleşti. 200’e yakın kişi ve kurumun temsilcisi, BBC’den Wall Street Journal’a, El Cezire’den ALaraby’a kadar geniş katılımı olan bu organizasyonda İhlas Dijital Varlıklar olarak bizde yerimizi aldık. Organizasyonda dünyanın önde gelen medya organlarıyla birlikte, kişisel habercilikleri ile markalaşmış kişilerde yer aldı.

Bu kişilerden biride bağımsız habercilikte son dönemde Fransa’da gençlerin takip ettiği ve dünya medyasında Başkan Trump’a sorduğu soru ile gündeme gelen Hugo Décrypte oldu. Hugo youtube haberciliğindeki tecrübelerini ve Beyaz Saray’da başkan Trump ile yaşadığı diyalogu ve oluşan etkileşimin büyüklüğünü aktarırken, bizlerde haberciliğin dijital çağdaki dönüşümünü ve yakın zamanda bizi bekleyen gelişmeleri gözlemleme fırsatı yakaladık. Ortam, adeta bir fikir fırtınasının merkeziydi; herkesin gözlerinde geleceğe dair bir merakla ilham verici konuşmalar dinliyorlardı.

Zirvenin ana gündemi, YouTube’nin habercilikteki rolü ve bu rolün nasıl ve ne yöne evrildiğiyle ilgiliydi. Platform, artık sadece bir video paylaşım sitesi olmaktan çok öte; bir haber merkezi, bir tartışma platformu ve hatta bir kişisel markalaşma sahnesi gibiydi. Eline mikrofon verilen tüm konuşmacılar, sosyal medya haberciliğinin hız ve erişilebilirlik avantajını vurgularken, YouTube’nin bu alanda bir köprü görevi gördüğünü ifade etti. Özellikle podcast yayıncılığının yükselişi, salonda sıkça konuşulan konulardan biri oldu. İlginç bir detaydan bahsedecek olursam: YouTube, podcast alanında Amerika’da Spotify’ı bile geride bırakmış durumda. Katılımcılar, bu formatın derinlemesine analiz ve hikâye anlatımı için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyor. Dinleyicilere samimi bir bağ kurma şansı veren podcast’ler, habercilikte güvenilirlik arayan kitleler için yeni bir soluk olmuş durumda.

Yine YouTube Shorts’un habercilikteki etkisi de masaya yatırıldı. Hızlı, dinamik ve genç kitlelere hitap eden bu format, haberin anlık tüketim alışkanlıklarına nasıl uyum sağladığını gözler önüne serdi. Kısa ama etkili videolarla, bir deprem haberi ya da seçim sonucu saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor. El Cezire’nin dijital gelirinin %47’sinin YouTube canlı yayınlarından geldiğini öğrendiğimde, bu platformun gücünü bir kez daha hissettim. Canlı habercilik, izleyiciyle doğrudan bağ kurarak hem güven inşa ediyor hem de anında geri bildirim alma şansı sunuyor. Bu, geleneksel televizyon haberciliğinin hayal bile edemeyeceği bir esneklik.

Zirvede dikkat çeken bir diğer konu, kişisel medyanın yükselişiydi. HugoDécrypte gibi isimler, bireysel yayıncılığın artık dev medya kuruluşlarıyla yarıştığını kanıtlıyor. Kişisel markalaşma, habercilikte samimiyet ve özgünlük arayan izleyiciler için vazgeçilmez hale gelmiş durumda. Ancak bu durum, aynı zamanda bir sorumluluk da getiriyor. Zira bireysel yayıncılar, kitleleri etkileme gücüne sahipken, yanlış bilgi yayma riskiyle de karşı karşıya. Almanya’daki son seçimlerin sosyal medyada nasıl şekillendiği üzerine yapılan tartışmalar, bu noktada oldukça çarpıcıydı. YouTube’deki içerikler, seçmen davranışlarını etkilemede önemli bir rol oynamış; kimi zaman bilgilendirici, kimi zaman da manipülatif olabilmiş. Bu, platformun hem fırsatlarını hem de risklerini gözler önüne serdi.

YouTube’nin çok formatlı stratejisi de konuşulan yeniliklerden biriydi. Multi-content ve multi-channel yaklaşımlarıyla platform, içerik üreticilerine muhteşem kolaylıklar sunuyor. Sekiz dilde dublaj desteği gibi özellikler, küresel bir kitleye ulaşmayı bir tık yapmak kadar kolaylaştırıyor. Bu, özellikle yerel medya kuruluşlarının uluslararası alanda seslerini duyurması için büyük bir fırsat diye düşünüyorum.

Diğer taraftan, zirvede TGRT Haber’in dikey video haberciliğindeki başarısının örnek gösterilmesi bizlerin göğsünü kabarttı. Hızlı, odaklı ve izleyiciyle doğrudan iletişim kuran bu yaklaşım, haberciliğin geleceğinde önemli bir yer edinecek diye düşünüyorum. Aynı zamanda, Dijital Varlıklar bünyemizde faaliyet gösteren Türkiye Today’in yabancı dil haberciliğinde de güzel işler yaptığına burada bir kez daha şahit oldum. Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri dünyaya doğru, tarafsız ve en hızlı şekilde YouTube ve diğer sosyal medya platformları üzerinden aktarmayı hedefleyen markamızın, global ölçekte bir köprü kurma misyonuyla hareket ediyor oluşu ayrı bir sevinç kaynağı oldu benim için. Bu heyecan verici girişimi bir sonraki yazımda daha detaylı ele almayı da düşünüyorum, çünkü Türkiye Today’in hikâyesi gerçekten anlatılmaya değer.

Evet, Paris’teki bu buluşma, sadece bir zirve değil, aynı zamanda haberciliğin dönüşümünün nereye doğru gideceğine dair resmi bir ilam gibiydi. Geleneksel medyanın devleriyle, dijital dünyanın yeni kahramanlarının aynı masada oturması, haberciliğin ne kadar renkli ve çok katmanlı bir hale geldiğini göstermesi açısından oldukça önemliydi. YouTube, bu dönüşümün yalnızca bir aracı değil, aynı zamanda yönlendiricisi durumunda olduğunu herkesin anladığını düşünüyorum. Organizasyondan aklımda bir sürü soru işaretiyle ayrıldım. Acaba bir sonraki zirvede, habercilik hangi yeni yollara sapacak?
İnanın ben de sizler gibi şimdiden merak etmeye başladım.

Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
11.04.2025
Tüm Yazıları

10 Nisan Perşembe günü Ankara’da, benim de danışma kurulu üyesi olarak katkı sağlamaktan onur duyduğum çok kıymetli bir etkinliğe daha tanıklık ettik. EkoAvrasya Vakfı, İpekyolu Kamu Diplomasisi Teşkilatı ve Türk Dünyası Sivil Toplum İşbirliği Derneği (TÜRKSİT) tarafından ortaklaşa düzenlenen “Türk Dünyası Sivil Toplum Çalıştayı”, yalnızca bir toplantı değil, ortak geleceğimiz için atılmış güçlü ve stratejik bir adım oldu.

Türk dünyasında sivil toplum kuruluşlarının daha etkin, daha koordineli ve daha sürdürülebilir iş birlikleri kurmasını hedefleyen bu çalıştay; akademisyenleri, sivil toplum temsilcilerini ve kamu diplomasisi uzmanlarını bir araya getirerek bölgesel dayanışmanın zeminini sağlamlaştırdı.

Bu çalıştayın en dikkat çekici yönlerinden biri, her yıl yapılması planlanan kalıcı bir yapı haline getirilmesidir. Her yıl artan katılımla, genişleyen iş birliği ağlarıyla ve derinleşen stratejik vizyonla bu etkinliğin büyüyerek devam edeceğine inanıyorum. Katılımcı kurumlar arasında kurulan yeni bağlar ve geliştirilen ortak projeler, sadece bugünün değil, geleceğin Türk dünyasını inşa edecek güce sahiptir.

Çalıştay süresince ele alınan konular arasında; sosyoekonomik kalkınmada sivil toplumun üstleneceği öncü rol, ortak projelerin geliştirilmesi ve Türk dünyasının
değerlerinin uluslararası kamuoyuna tanıtılması gibi stratejik başlıklar ön plana çıktı. Genç nüfusun kültürel projelerle bir araya getirilmesi, bilgi ve deneyim paylaşımının arttırılması ve ortak mirasın uluslararası düzeyde tanıtılması da bu vizyonun temel taşlarını oluşturdu.

Tarihsel ve kültürel bağlarla birbirine kenetlenmiş Türk dünyasının geleceğinin, yalnızca devletler arası diplomasiyle değil, güçlü bir sivil toplum temeliylede mümkün olabileceğini gösterdi. Bu çalıştay, sadece bir etkinlik değil, aynı zamanda bir vizyonun, bir geleceğin, bir bütünleşme idealinin somut adımıydı bence.

Ben de bu önemli girişimin danışma kurulunda yer almaktan büyük bir gurur duyuyorum. Türk dünyasının ortak geleceği için emek veren herkese teşekkür ediyor, bu tür iş birliklerinin her yıl güçlenerek devam etmesini temenni ediyorum.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.04.2025
Tüm Yazıları

Bir bayramı daha geride bıraktık geçtiğimiz günlerde. Yine en çok duyduğumuz cümle de “Nerede o eski bayramlar” diye yakınmalar oldu. Evet, zamanın akışıyla birlikte değişen sadece takvim yaprakları değil; bayramların tadı, kokusu, anlamı da sanki biraz eksildi. Çocukken sabahın ilk ışıklarında uyanmanın heyecanı, yeni kıyafetlerin kokusu, bayram harçlıklarının peşinde koşmalar, mahalledeki büyüklerin ellerini öpüp şeker toplamanın verdiği mutluluk… Hepsi hafızamızda yer etmiş birer anı artık. Şimdi her şey biraz daha telaşlı, biraz daha dijital ve sanki biraz daha hissiz. Peki gerçekten bayramlar mı değişti, yoksa biz mi büyüdük?

Aslında bayramlar hâlâ aynı: yine sofralar kuruluyor, yine sevdiklerimizle bir araya geliyoruz, yine çocukların gözleri parlıyor. Ama artık biz, o çocuğu içimizde biraz susturmuş gibiyiz. Yorgunluklar, sorumluluklar, koşuşturmalar derken bayramı hissetmeye zamanımız kalmıyor belki de. Oysa bayram biraz durmaktı, biraz geçmişe bakmak, biraz da bugünü fark etmekti. Bayramın ruhu değişmedi; biz, o ruha ne kadar yaklaştığımızı unuttuk sadece.

Şimdi “Nerede o eski bayramlar?” diyoruz ya hani, peki bugünün çocukları ne diyecek yıllar sonra? Onlara nasıl bir bayram hatırası bırakıyoruz? Bizim zihnimizde anne kokulu sofralar, kalabalık aile fotoğrafları, sokaklarda koşturan çocuklar var. Peki onlar ne hatırlayacak? AVM’lerde geçirilen saatleri mi, bayramı bir tatil fırsatı gibi gören büyükleri mi, yoksa telefondan yapılan görüntülü bayramlaşmaları mı? Belki kendi bayramlarını, kendi anılarını yaratacaklar ama biz onlara ne kadar sıcak, ne kadar gerçek, ne kadar dokunulabilir bir bayram bırakıyoruz?

Bugünün çocukları, büyüdüklerinde bayram sabahına dair hatırladıkları şey ne olacak mesela? Babalarının camiden dönüşünü heyecanla bekledikleri o anı mı, yoksa bir tatil kasabasında uyandıkları otelin duvar kağıtlarını mı hatırlayacaklar? Sahiden bir gün geçmişe dönüp baktıklarında, içlerini ısıtacak bir bayram anısı olacak mı?

Belki de artık “Nerede o eski bayramlar?” demek yerine, bugünün çocuklarına yarının “eski bayramlarını” bırakma zamanı. Çünkü bayram hâlâ aynı bayram. Sevdiklerimizi bir araya getirmek için bir vesile, çocukların hafızasında yer edecek sıcacık bir anı, kalplerimizi birbirine yaklaştıran bir köprü.

Değişen bayram değil aslında… Değişen biziz. Ve belki de hatırlamamız gereken tek şey, bayramın ne hissettirdiği...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.04.2025
Tüm Yazıları

Bunu okuyan sen! Evet, yanlış duymadın, sana sesleniyorum!
Bir köşe yazısından size laf atar gibi oluyorum ama bugün böyle! Günümüz dünyasında inovasyon, teknoloji ve iletişim öyle bir noktaya geldi ki bazen yetişmek imkansız gibi düşündürüyor.
Hadi bugün eski köye yeni adet getirelim...

Eskiden "icat çıkarma" derlerdi ya, işte biz tam tersine "Hadi biraz icat çıkaralım!" demeliyiz. Çünkü inovasyon dediğimiz şey aslında eski köye yepyeni adetler getirme sanatıdır. Eskiden sokakta “Pişşşşt!” diyerek seslenirdik, şimdi ise WhatsApp'ta mavi tik olup olmadığını kontrol etmek için telefon ekranına yapışıyoruz. Teknoloji değişiyor, alışkanlıklarımız evrim geçiriyor.

Bir düşün, 20 yıl önce biri sana "Bir gün cebinde taşıdığın küçük bir cihazla tüm dünyayla konuşabilecek, her bilgiyi anında öğrenebilecek ve hatta kendine yemek sipariş edebileceksin" deseydi, muhtemelen "Hadi canım sen de!" derdin. Ama şimdi durum tam olarak bu! Evde oturup bir düğmeye basarak yemek sipariş etmek bile artık sıradan geliyor. Şimdi daha fazlasını istiyoruz: "Yemeği sipariş ederken benim ne yiyeceğimi bilen bir uygulama yok mu ya?"

Ah be dostum, işte inovasyon tam olarak bu noktada devreye giriyor. İnsanların beklentileri değiştikçe, yenilikler de hız kesmeden devam ediyor.

Düşünsene, Orta Çağ'da elimizdeki akıllı telefonları göstersek bizi büyücü ilan edip cadı avına çıkarırlardı! Çünkü teknoloji, aslında bir tür modern büyücülük. Sesli asistanlarımıza "Bana yarın sabah 8'e alarm kur" dediğimizde bunu anlayıp gerçekleştirebilen bir cihaz, eski çağ insanları için doğrudan sihirli bir nesne olurdu. Ama biz alıştık tabii! Şimdi o sesli asistana "Beni neden sabah uyandırıyorsun? Biraz insaf!" diye dert yanıyoruz.

Teknolojinin en güzel tarafı ne biliyor musun? Sürekli kendini yenileyerek hayatımızı kolaylaştırması. Bir zamanlar modem bağlantısı için o acayip sesi duyan ve telefon hattını meşgul eden nesil, şimdi 5G'nin azizliğine uğrayıp internet yavaşlayınca isyan ediyor. Oysa daha dün, biriyle görüntülü konuşmak bilim kurgu filminden fırlamış gibi geliyordu.

Ya yarın? Metaverse'de toplantılar yapacak mıyız? Yoksa sabah kalktığımızda holografik kahvaltılar mı hazırlayacağız? Kim bilir, belki de sabah çayını, kahvesini içmeden çalışmaya başlayamayan biri olarak, kahve siparişlerini zihnimizle vermeye alışacağız. O kadar da uzak bir ihtimal değil!

İletişim öyle bir evrim geçirdi ki, anlat anlat bitmez. Bir zamanlar mektup yazıp karşı taraftan cevap beklemek için aylarca sabır göstermek gerekiyordu. Şimdi ise saniyeler içinde mesaj yazıyoruz ve "Neden hala cevap vermedi?" diye sinir krizi geçiriyoruz. Göz kırpan emoji mi, yanlışlıkla gülücük mü attın? Aman dikkat! Dijital çağda iletişim, sadece kelimelerle değil, emojilerle de şekilleniyor.

Bunun en güzel örneği, iş hayatındaki değişimler. Eskiden yöneticiler çalışanlarına resmi mailler atarken, şimdi Slack vb uygulamalarda "Hey, sabah toplantıyı kaçırma! ☕" diye mesaj atıyorlar. Hem samimi hem de hızlı bir iletişim! Ama dikkat et, her şeyin bir dozu var. Bir gün patronuna yanlışlıkla kalpli emoji atarsan, iş başvurularını güncellemeye başlaman gerekebilir. 😅

Şimdi biraz hayal kuralım. Gelecekte inovasyon, teknoloji ve iletişim nasıl şekillenecek?

Zihinle mesaj gönderme olur mu dersiniz? Klavyeye gerek duymadan, sadece düşünerek mesaj yazdığımız bir dünya! WhatsApp yerine WhatMind? diye bir uygulama çıkarsa şaşırmayın.

Peki ya holografik toplantılar; zoom ve Google Meet tarihe karışabilir. Belki de ofiste hologramlarımızla dolaşacağız. Gerçekten toplantıya mı geldin, yoksa hologramın mı burada? tartışmaları başlayabilir. Hoş pandemi bize bu durumu çok güzel öğretti. Hiç ofis insanı olmayan benim için bulunmaz nimet ancak sosyallik ihtiyacı insanların ofislerini bile özlemesini sağladı.

Yapay zeka ile kişisel asistanlar, artık sadece hatırlatıcılar kuran bir asistan yerine, senin ruh haline göre şarkı listesi oluşturan, kahve sipariş eden ve iş yoğunluğuna göre sana meditasyon öneren yapay zeka dostlarımız olacak gibi görünüyor.

Dünya hızla değişiyor ve inovasyon sadece dev teknoloji şirketlerinin işi değil. Sen de hayatında küçük inovasyonlar yapabilirsin. Belki yeni bir iş modeli geliştirirsin, belki günlük rutinlerini akıllı cihazlarla optimize edersin ya da belki sadece mesajlarına biraz daha fazla emoji ekleyerek daha iyi iletişim kurmayı öğrenirsin. Teknoloji ilerledikçe iletişimde Antik Mısır esintileri esmesi çok manidar değil mi? Zira yazı dilimizin görsellerle süslü olması bu durumu çok iyi anlatmıyor mu?

Değişime ayak uyduramayanlar, değişimin altında kalır. O yüzden, eski alışkanlıklara takılıp kalmak yerine, yeniliklere açık ol!

Pişşşşt!
Hadi şimdi bu yazıyı paylaş ve dijital dünyada bir yenilik başlat! 😉

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
13.04.2025
Tüm Yazıları

Marka ve arka... Bu iki kelimenin yan yana gelişi bir tesadüf mü dersiniz? İnsanlar genellikle arkadan konuşmak eylemini pek de olumlu bulmazlar. Malum, birinin yokluğunda söylenen sözler genellikle pek de hayırlı olmaz. Ama ya markanız hakkında konuşanlar hep iyilikle bahsediyorsa? O zaman mesele tamamen farklı bir boyuta geçer.

Bir marka oluşturmak, bir karakter inşa etmeye benzer. Tıpkı bir insan gibi, markanız da bir kişiliğe sahiptir. Kimileri ciddidir, kimileri çocuksu ve enerjik. Kimileri çözüm odaklıdır, kimileri ise gizemli ve mesafelidir. Ama şu bir gerçek, kendi karakterinizi siz belirlersiniz.

Düşünün ki, bir mekana girdiniz. Garson, size kaşlarını çatarak bakıyor, siparişinizi alırken suratsız davranıyor. Ya da rahatsız olduğunuz bir tavır sergiledi. O anda bu mekan hakkındaki görüşleriniz çoktan şekillenmiştir bile. Mekan sahibinin, biz aslında çok kaliteli bir markayız demesi bir şeyi değiştirir mi? Hayır! Çünküniz karakteriniz, en başta verdiğiniz enerjiyle belli olur.

Markalar da böyledir. Sadece bir logo, bir slogan ya da şık bir web sitesi değil; markanın ruhu, onun temsil ettiği değerlerde saklıdır. İnsanlar, markanızın arkasından konuşuyorsa ve bu söylenenler olumsuzsa, sorun sadece dış görünüşte değil, iç dinamiklerde de yatıyor olabilir.

Markanız hakkında konuşulmasından korkmayın. Tam tersine, insanlar sızın hakkınızda ne söylüyor, kulak verin. İyi bir şey söylüyorlarsa, bunu büyütün. Kötü bir şey söylüyorlarsa, nedenini öğrenin. Çünkü markanın en iyi pazarlama stratejisi, insanların ona duyduğu güvendir.

İnsanlar neden markaları seviyor? Neden bazı markaların sadık takipçileri, hayranları var da bazıları daha kuruluş aşamasında unutulmaya mahkûm oluyor? Cevap çok basit...

Bir markanın itibari, banka hesabındaki paradan daha kıymetlidir. İtibarınız oldu mu, kriz anlarında bile müşterileriniz size destek olur. Ancak itibarsızlık, en küçük bir esintide bile şirketinizi sarsar. Bugün Apple, Tesla, Coca-Cola gibi dev markaların sırrı, insanların onlara duyduğu güven ve hissettikleri bağlılıktır.

Unutmayın, bir markanın en büyük reklamı, insanların ona duyduğu sevgidir. Bu sevgi de, günlük hayatta sunduğunuz deneyimlerle inşa edilir.

Arkanızdan Değil, Markanızdan Konuşsunlar!

Eğer markanızla ilgili kimse konuşmuyorsa, zaten en kötü senaryoyu yaşıyorsunuz demektir. Çünkü sessizlik, unutulmanın ilk adımıdır. Ama eğer insanlar sizi konuşuyorsa, bu iyiye işaret. Markanızın, arkanızdan konuşulan tatsız dedikodulara değil, itibara ve güvene dayanan bir hikayesi olsun!

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş