SON YAZILAR
19.04.2025
Tüm Yazıları

Geçen yazımda yapay zekanın dijital yayıncılığı nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştim, o yazıdan sonra dostlarım arayıp; “Volkan, eline sağlık!” teknolojinin hızına, sunduğu imkanlara değinmeni beğendik diye ilettiler. Ama öte taraftan bir de itirafları vardı: “Medyanın etik tarafında biraz fazla iyimser kalmışsın.” Hak verdim onlara. Çünkü İhlas Holding’de dijital varlıkların sorumluluğunu omuzladığımdan beri şunu gördüm: Madem yapay zekâ, medyayı fırtına gibi sarıyor peki, ya bu fırtına bizi de sürüklerse? O zaman etik nereye kaybolur?

Şimdi gelin hep birlikte biraz akıl yürütelim…

Robot kalemler tarafsız mı yazıyor?

Bir düşünün: Bir algoritma, göz açıp kapayıncaya kadar haber yazıyor. Harika değil mi? Hızlı, pratik, tam anlamıyla teknolojik bir buluş. Ama işte işin sırrı şu: Bu robot kalemler, ne verirsen onu geri veriyor. Algoritmaya tek taraflı veri yüklersen, “tarafsız” diye sunduğu haberler bir görüşün kopyası oluveriyor. Mesela, bir haber sitesi fark etmeden belirli bir kesimin kaynaklarını öne çıkarırsa, yapay zekâ da aynısını yapar. Okuyucuya gerçeği sunmak bizim en büyük sözümüz değil mi? Teknoloji de bu sözü tutmalı ve direksiyona kendisi geçip bizi şaşırtmamalı!

Yalan haber fabrikasına dikkat!

Deepfake ile hazırlanmış videolar oldukça gerçekçiler. Daha önce önüme düşen bir videoda izlemiştim görüntülerde adam, hiç söylemediği şeyleri söylüyormuş gibi görünüyordu. Yapay zekâ böyle şeyler yapabiliyorken, yanlış ellere düşerse yalan haber fabrikasına da dönüşebilir. Sosyal medyada sahte bir başlık nasıl yayılır, hepimiz bugün artık bunu biliyoruz. Şimdi bir de yapay zekanın dakikalar içinde bin tane yanıltıcı haber ürettiğini bir hayal edin bakalım. Medya etiğinin “doğruluk” bayrağı nerede kalır? Bence tam olarak insan burada direksiyonun başına geçmeli. İhlas Holding’de biz, teknolojiyi dost gibi kullanıyoruz ama gözümüz hep üstünde!

Yazı kimin: Benim mi, makinenin mi?

Şimdi biraz hayal kuralım. Diyelim ki yapay zekâ, benim tarzımda bir yazı yazdı. Okuyanlar “Volkan, ne güzel anlatmışsın!” dedi. Ama ben kaleme bile dokunmadım! Bu yazı kimin şimdi? Benim mi, algoritmayı kodlayanın mı, yoksa makinenin mi? Medya etiği, emeği ve üretkenliği korur, ama yapay zekâ bu sınırları karıştırıyor. Türkiye’de bu konular henüz emekliyor. Yakında dijital dünyada telif haklarını konuşurken, yapay zekaya “Senin payın ne?” diye sorarız, benden söylemesi!
Teknolojiyle insan el ele bunca soru işareti varken bile, yapay zekayı kâbus gibi görmüyorum. Bence o sadık ve samimi bir yol arkadaşı. Dijital varlıklarda biz, bu arkadaşlığı kurarken insan sıcaklığını asla bırakmıyoruz. Bir editörün dikkati, bir gazetecinin vicdanı, soğuk algoritmalara can katmıyorsa ne önemi var ki? “Yapay zekâ medyayı ele geçirse bile ipler bizde olacak” diyorum, çekinen herkese bunu söylüyorum.

Son durak: Etik mi, kaos mu?

Yapay zekâ, bize hem hayalleri hem sorumlulukları gösteriyor. Medyanın geleceğini kurarken, bu gücü etik bir yolda tutmamız şart! Çünkü haber, ne kadar hızlı yazılırsa yazılsın, insan için var.

Sizce bu yolda en çok ne lazım?

Ben; “vicdan” ve “samimiyet” diyorum.
Peki, sizler ne diyorsunuz?
Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.04.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz hafta Cuma; Samsun! Bu hafta Cuma ise Bodrumspor, Galatasaray’a karşı isabetli şut çekemeden 90 dakikayı tamamladı. Her iki takımda, Galatasaray karşısında “sıfır” çekerken, “Samsunspor karşılaşması antrenman maçıydı!” sözleri akıllara geldi. Sarı-kırmızılı takım karşısında antrenman maçına çıkan rakipler değil! Ayakları titreyen futbolcular görmeye başladık. Yani aynı kaderi Fenerbahçe’ye karşı yedeklerle, Galatasaray’a karşı ise tam kadroyla sahaya çıkan Bodrum’da yaşadı. Mourinho’nun eski yardımcısı, Bodrumspor’un teknik direktörü Jose Morais, kaleye otobüste çekse de kaderinden kaçamadı. Galatasaray, özelikle ilk yarıdaki pozisyonları değerlendirseydi maç rahat 4-5 fark ile sona ererdi.

Gecenin kazananları

Dün gece sahanın en çalışkanı tartışmasız Torreira oldu. Lemina’nın savunmaya yardımı Torreria’yı hücum hattına daha da yakınlaştırdı. Uruguaylı futbolcu boyuna rağmen kafa vuruşuyla golü bulurken, hücumda gol araması da takıma güç kattı. İlk golde Barış’ın faulü alması ve Sara’nın ustalıkla asist yapması da dikkatlerden kaçmasın. Barış gecenin istekli oyuncularındandı. Sürekli kanat değiştirip, Bodrum savunmasını yıpratmayı başardı. Fakat Barış, her zamanki gibi pozisyonların sonunu getirmekte ciddi sıkıntı yaşamaya devam ediyor. Yunus’a da bir parantez açmakta fayda var. Saha içerisinde hafif kıpırdaması bile takımını sonuca götürüyor. Adeta Sanchez’e kafanı uzat ve golü at pası verdi.

Türkmen imzası

Özellikle Mourinho’nun en çok beğendi hakem Mehmet Türkmen, verdiği yanlış kararla Osimhen’in golüne engel oldu diyebilirim! Sara’nın yerde kaldığı ve penaltı olmayan pozisyona düdük çalan Türkmen, biraz daha beklese top Osimhen’nin önünde kalacak ve pozisyon golle sonuçlanacaktı. Diğer pozisyonlarda ise Osimhen’in futbol şansı yanında değildi. Yıldız futbolcu yine sahada elinden gelenin fazlasını yaptı.
Ve son olarak bir hatırlatma…

Galatasaray kalan 6 maçtan 5 galibiyet alması halinde 25. şampiyonluğunu ilan edecek.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
18.04.2025
Tüm Yazıları

İçimizdeki Şeytanlar: Bu Milletin İradesine Sızmak İsteyenler

Devlet Bahçeli’nin “içimizdeki şeytanlar” sözü, sadece bir siyasi uyarı değil; tarihten bugüne Anadolu topraklarında kurulan her ihaneti, her oyunu, her tuzağı deşifre eden derin bir millet hafızasının yansımasıdır.

Tarih bir aynadır. Ama bu aynaya nasıl baktığın çok daha önemlidir. Nasıl bakarsan öyle görürsün. Kendini ya görürsün ya unutursun.

Anadolu, bin yıldır nice savaşa, nice ihanete, nice ihaneti boşa çıkaran iradeye tanıklık etti. Ama düşman her zaman sınırdan girmedi. Bazen içerden konuştu. Bazen kardeş gibi sarıldı, hançerini yüreğimize sapladı. Bunu bir kez yaşamadık.

“Bizans surlarından içeri girmeden önce Halil İnalcık’ın ifadesiyle, “gönüller fethedilmişti.” Ama İstanbul’u kaybeden Bizans, içeriden çökmüştü. Dış düşman değil, içteki entrika yedi imparatorluğu bir çöplüğe çevirmişti.”

Bu oyun hiç değişmedi. Benzer örnekleri defalarca yaşamış bu millet, Devlet Bahçeli’nin işaret ettiği “içimizdeki şeytanlar” manifestosunu dikkatlice okumalıdır ve okuyacaktır da.

Devlet Bahçeli’nin, “İçimizdeki şeytanlar” sözü, bir siyasi polemik değil, bir devlet refleksidir. Uyarı değil, tarihsel bir hafızanın sesidir. Çünkü bir millet, içindeki şeytanı tanımadan dışarıdaki düşmanı yenemez.

Tarihten Bir Ayna: Sadrazam Sokullu’nun Sözleri

Osmanlı'nın en kudretli sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa, bir gün Padişah’a şöyle der:

“Devlet dışardan yıkılmaz. Yıkılacaksa içeriden yıkılır. Bunu söylediği günlerde Osmanlı, Viyana kapılarına dayanmıştı. Ama içeride rüşvet, haset ve menfaat tohumları yeşermeye başlamıştı. Dışarıda at süren devlet, içeride iç çekişmelere yenik düştü.
Dikkat edin, savaşla değil; sızmayla yıkıldı Osmanlı.

Bugün yine aynı metotları görmek mümkün.
Siyasi sızma, fikirsel tahrifat, milli iradeye dolaylı darbe girişimleri …

Görünürde Dost, Zihniyetle Düşman

İçimizdeki şeytanlar, artık üniforma giymiyor. Kimi ekranlarda uzman, kimi kürsüde akademisyen, kimi mevkide bürokrat, kimi mahfillerde gazeteci kılığında...

Ama ortak özellikleri şu:
Bu ülkenin değerlerini sevmiyorlar.
Bu milletin kaderini paylaşmıyorlar.
Ama bu milletin sofrasına oturmaktan, sırtından geçinmekten geri durmuyorlar.

Ve biz bunları sadece satır aralarında değil, Sevr masasında da gördük, 27 Mayıs'ta da, 12 Eylül’de de, 15 Temmuz’da da...

Bir Milleti Yıkmak İçin Onu Bölmeye Gerek Yok, Güvenini Sarsmak Yeter

İşte Devlet Bahçeli bu tehlikeye dikkat çekiyor. “İçimizdeki şeytanlar” derken, siyasi bir partiyi değil, milletin ortak ruhunu hedef alanları işaret ediyor.

Çünkü biliyor ki:
Bir binayı dinamitle yıkmak gerekmiyor,
Temeline su sızdırmak yetiyor.

Ve biz bu ülkenin temeline göz dikenleri iyi tanırız.
1919’da yedi düvel yetmediği için içerideki manda heveslileri çıktı sahneye.
2025’te de aynı oyun yeni figüranlarla tekrar sahneleniyor.

Bu Milletin Genetik Hafızasında Direniş Var

Kurtuluş Savaşı’nın ilk cephesi işgal edilen topraklar değil, işgal edilen zihinlerdi.
Ama Mustafa Kemal Paşa bu yüzden Samsun’a çıktı.
Bu yüzden Sivas’ta, Erzurum’da önce milletle buluştu.
Çünkü düşmana karşı önce içerideki gafletle, delaletle mücadele edilmeliydi.

Bugün yine aynı yerdeyiz.
Bu kez tankla değil, trolle geliyorlar.
Bu kez posta kutusuna bildiri atarak değil, ekranlara süslü kelimelerle çıkıyorlar. Ama unuttukları bir şey var:
Bu millet feraset sahibidir.
Kimin dost, kimin maskeli düşman olduğunu bilir.
Ve zamanı geldiğinde hesabı sandıkta sormayı bilir.

Son Söz:

Tarihin bize öğrettiği bir gerçek varsa o da şudur:
İçimizdeki şeytanları tanımadan, dışarıdaki düşmanı yenemeyiz.

Devlet Bahçeli’nin sözünü sadece bir siyasetçinin tepkisi olarak değil, milli bir hafıza refleksi olarak okumak gerekir.

Biz millet olarak biriz.
Bu coğrafyada kardeşliğimizi bozanı tanırız.
Ve en zor zamanlarda, içimizdeki şeytanlara rağmen; Alparslan gibi yürür, Fatih gibi alır, Atatürk gibi ayağa kalkarız.

Çünkü bu milletin kodlarında teslimiyet yoktur.
Ama ihanete de asla geçit yoktur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
15.04.2025
Tüm Yazıları

Dilan Polat, güzellik merkezi açtıktan sonra Instagram ve TikTok’ta yoğun paylaşımlar yaparak kısa sürede tanındı. Takipçilerin ve yorumcuların baskısıyla, lüks yaşamın kaynağı sorgulanmaya başlandı. 7 milyona yakın takipçisi olan Dilan Polat, kara para aklama suçundan 8 ay cezaevinde kaldı.

Cezaevinden çıktıktan sonra da paylaşımlarına devam eden hatta ve hatta takipçi sayısı artan Dilan Polat, tuhaf denilebilecek paylaşımları nedeniyle yeni bir soruşturma başlatılmasına sebep oldu.
Takipçilerinin şikayetleri üzerine, Dilan Polat ve eşi Engin Polat, haklarında yürütülen "uyuşturucu madde kullanımı" iddiaları kapsamında Adli Tıp Kurumu'na giderek saç örneği verdiler. Bu işlem, uyuşturucu madde kullanımının tespiti amacıyla yapıldı.

Söz konusu soruşturma, çiftin sosyal medyada paylaştığı bir video üzerine başlatıldı. Adli Tıp Kurumu'na verilen saç örneklerinin sonuçlarına göre; Dilan Polat ve Engin Polat’ın uyuşturucu kullanmadığı tespit edildi.
SOSYAL MEDYA ÇÜRÜMEYİ SAĞLADI
Dilan Polat’ın yaşadığı durum aslında sosyal medyada algının gerçeğin önüne geçtiğini çok net gösteriyor.
Dilan Polat’ın sosyal medya paylaşımlarındaki tuhaflık, “uyuşturucu kullanıyor” iddiasını da beraberinde getirdi. Sosyal medya kişiler üzerinde nasıl etkili ki uyuşturucunun etkisinde olduğu zannedildi. Çünkü hareketin görsel dili, uyuşturucu kullanımını çağrıştırıyordu. Görsellik artık o kadar güçlü ki ve ulaşılabilir ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İnsanlar sosyal medyada attığı her adımı düşünmeden paylaşırsa, bu paylaşımlar bir gün delil gibi karşısına çıkabilir. Görsellik artık o kadar güçlü ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İstersen bunu da içeren, “algı yönetimi” ya da “gerçek ile görünüşün savaşı” temalı bir yazıya dönüştürebiliriz. Çok güncel ve derin bir konu aslında. Sosyal medyanın en büyük olumsuz etkilerinden biri ise bağımlılık. Bildirimler, beğeniler ve yorumlar dopamin salgılatıyor, bu da sosyal medya kullanımını ödül odaklı bir alışkanlığa dönüştürüyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
15.04.2025
Tüm Yazıları

Her şeyin iç içe geçtiği, seslerin birbirine karıştığı, ekranların gözlerin önüne perde çektiği bir çağdayız. İnsan, kalabalıklar arasında sürüklenirken içimizde yankılanan o ses gittikçe kısılıyor:
‘Sesimi duyan var mı?’

“Bİ’ ARA KONUŞALIM”

Toplu taşıma araçlarında yan yana oturup birbirimize selam vermiyoruz. Aynı binada yaşayıp birbirimizin ismini bile bilmiyoruz. Mesaj kutularımız dolup taşarken, içimizdeki boşluk her geçen gün daha da derinleşiyor. Sevgiler emojilere, dertleşmeler ‘bir ara konuşalım’a, dostluklar ‘like’lara sığdırıldı.

GÖRMENİN FARKINDALIĞI

Birbirimize ulaşmak hiç bu kadar kolay, birbirimizi bu kadar az anlamak da hiç bu kadar yaygın olmamıştı. Kalabalıklar içinde çırpınırken, özlemini duyduğumuz tek şey belki de göz göze gelmek, hissederek dinlenmek, yargılanmadan anlatabilmekti.

GÖRMEK İÇİN BAKMAK GEREKİR

Dijital bağlar, fiziksel mesafeleri kapattı ama duygusal mesafeleri açtı. Gittikçe hızlanan hayatlarımıza, bir an durup kendimizi sormaz olduk.

Yalnızlık artık bir oda değil, bir ruh hali. Ve ne acıdır ki, yalnızlığımızı paylaşacağımız kimse de kalmadı gibi hissediyoruz bazen. Ama belki de hâlâ bir yol var…

Çünkü hâlâ birinin “gerçekten nasılsın?” demesiyle içimiz çözülüyor. Hâlâ bir sıcak elin omzumuzda bıraktığı hissi unutamıyoruz. Hâlâ kalabalıklar arasında bir çift gözle bağ kurunca, içimiz umutla doluyor.

Belki de yeniden başlamak gerekiyor. Bir selamla, bir tebessümle, küçük bir “iyi misin?“le. Kalabalığın içinde bile olsa, birbirimize yeniden temas ederek. Çünkü insanın insana iyi geldiği tek bir an bile, o yalnızlığı yarıp geçen bir ışık olabilir.

Ve biz o ışığı görecek kadar birbirimize yakınız, yeter ki göz göze gelmeyi unutmayalım.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
14.04.2025
Tüm Yazıları

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın açıkladığı taklit ve tağşiş listeleri giderek kabarıyor. Ne yazık ki yalnızca küçük, adı sanı duyulmamış firmalar değil; büyük, tanınan, belki de evimizin bir köşesine kadar girmiş markalar da bu listeye dahil olmaya başladı.

Sofralarımıza Sızan Gölge

Bir sabah uyanıyorsunuz, yıllardır güvenerek aldığınız bir markanın adı bakanlığın tağşiş listesinde yer alıyor. Gözlerinize inanamıyorsunuz. Çünkü o markayı yıllardır çocuğunuzun çantasına koyuyordunuz, annenizin kahvaltı sofrasına taşıyordunuz. Raflardaki o tanıdık ambalaj, şimdi bir güven krizinin simgesi olmuş durumda.

Tağşiş…

Teknik bir terim gibi duyulsa da, anlamı son derece basit ve sarsıcı: Hile. Gıdaya, içeriği tüketiciye bildirilmeden başka maddeler katmak. Zeytinyağında başka yağlar, balla ilgisi olmayan şekerli şuruplar, dana etine karışmış çift tırnaklı ya da domuz ürünleri… Ve dahası.

Ancak meselenin en can alıcı noktası işte burada: Bu sadece gıda güvenliğine ait bir mesele değil, toplumun vicdanıyla, ahlakıyla, sofradaki huzuruyla direk ilgili. Çünkü biz bu topraklarda sofraya yalnızca yemek koymayız; o sofraya dua, emek, muhabbet de konur. O sofraya oturan herkesin içinde, sunulan yemeğe dair bir güven duygusu vardır. İşte tağşiş bu duyguyu kemiriyor.

Peki, nasıl geldik bu noktaya?

Aslında sorunun kökleri daha derin. Gıda üretiminde rekabetin acımasızlığı, ucuzluğun yüceltilmesi, tüketici davranışlarındaki bilinçsizlik ve denetim sistemlerindeki açıklar bu çöküşün başlıca sebepleri olabilir. Bugün bir üretici, “Nasıl daha çok kazanırım?” sorusunu “Nasıl daha kaliteli üretirim?” ‘in yerine tercih ediyorsa, işte orada bu sorun başlar.

Devletin rolü hayati önem sahip

Tarım ve Orman Bakanlığının ürünlerine hile karıştıranları yayınlaması elbette önemli. Ama yeterli mi? Bence değil. Asıl mesele, bu listeye giren firmaların caydırıcı cezalarla karşılaşıp karşılaşmadığı. Bugün listeye girip yarın aynı raflarda yerini alabiliyorsa bir firma, orada adaletin terazisi şaşmış denilebilir.

Nihai noktada Tüketiciye düşen görev de küçümsenmemeli

Etiketi okumak, içeriklere hâkim olmak, küçük üreticiyi desteklemek, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünleri tercih etmek… Bunlar birer fark oluşturma adımları pekala olabilir. Çünkü bazen en büyük değişimler, küçük gibi görünen alışveriş sepetinde başlar.

Unutmamak gerekir ki gıda, sadece besin değil, aynı zamanda bir kültür, kimlik ve sağlıktır.

Özetle, Sofralarımızdaki dürüstlük, ülkemizin bir aynası ve biz, o aynada vicdanlı bir toplumun yansımasını görmek istiyoruz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.04.2025
Tüm Yazıları

Bu hafta ne yazsam ne sunsam size diye düşünürken aslında ekonomi adına son derece hareketli bir hafta geçirdik. Elimde malzeme çoktu. Ancak bu hafta tek gerçeğim vardı. Ölümün matematiği.

Ölüm garip bir denklem. Hayattayken eksik olduğun her şey, öldüğünde fazlalaşıyor. Hiç görüşmezdik ama çok severdim, bir kere karşılaştık ama ışığı çok başkaydı vs vs.

Hayatın en soğuk bilançosu ölüm. Bir gün herkesin hesabı kapanıyor. Ne kadar biriktirirsen biriktir sonunda toplam varlık 'sıfır.' Ama yaşarken değerini piyasa belirlemiyor, öldüğünde aniden herkesin gözünde yüksek potansiyelli bir hisse oluyorsun. Hayattayken lafını esirgeyenler, öldüğünde seni manevi sermaye diye anlatıyor. İnsan, nefes alırken bu kadar kıymetli olmayı başaramıyor da, sustuğu anda herkesin vicdanına dokunuyor. Hayattayken kimsenin uğramadığı profiline, ölümünden sonra şiirler yazılıyor.

Matematik açısından da ölüm ilginç bir eşitlik aslında. Hayat – sen= Geriye kalanların vicdan muhasebesi. Bir kişi eksiliyor ama o eksilmeden sonra herkesin hayatında bir şeyler artıyor. Suçluluk, özlem, pişmanlık gibi. Hiçbir denklem bu kadar sessiz ama bu kadar sarsıcı olamaz. Yaşarken kurulmamış cümleler, sorulmamış 'Nasılsınlar' ölümle birer faiz gibi büyüyüp geri dönüyor herkese.

Her grafik bir gün aşağı döner, ama seni unutanların sayısı zamanla artar. Ölüm, yaşam tablosundaki en son kırmızı kalem.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
11.04.2025
Tüm Yazıları

“Paris’te bir araya global gelen medya devleri ve kişisel yayıncılar, YouTube’nin habercilikteki devrimci rolünü masaya yatırdı. Podcast’ten canlı yayınlara, Shorts’tan çok formatlı reklamlara uzanan bu zirve, dijital medyanın geleceğine dair çarpıcı ipuçları verdi.”

Paris’in ışıltılı atmosferinde, YouTube’nin her yıl başka bir ülkede düzenlediği habercilik zirvesi bu kez EMEA (Europe, Middle East, and Africa) bölgesinin kalbi Fransa’da gerçekleşti. 200’e yakın kişi ve kurumun temsilcisi, BBC’den Wall Street Journal’a, El Cezire’den ALaraby’a kadar geniş katılımı olan bu organizasyonda İhlas Dijital Varlıklar olarak bizde yerimizi aldık. Organizasyonda dünyanın önde gelen medya organlarıyla birlikte, kişisel habercilikleri ile markalaşmış kişilerde yer aldı.

Bu kişilerden biride bağımsız habercilikte son dönemde Fransa’da gençlerin takip ettiği ve dünya medyasında Başkan Trump’a sorduğu soru ile gündeme gelen Hugo Décrypte oldu. Hugo youtube haberciliğindeki tecrübelerini ve Beyaz Saray’da başkan Trump ile yaşadığı diyalogu ve oluşan etkileşimin büyüklüğünü aktarırken, bizlerde haberciliğin dijital çağdaki dönüşümünü ve yakın zamanda bizi bekleyen gelişmeleri gözlemleme fırsatı yakaladık. Ortam, adeta bir fikir fırtınasının merkeziydi; herkesin gözlerinde geleceğe dair bir merakla ilham verici konuşmalar dinliyorlardı.

Zirvenin ana gündemi, YouTube’nin habercilikteki rolü ve bu rolün nasıl ve ne yöne evrildiğiyle ilgiliydi. Platform, artık sadece bir video paylaşım sitesi olmaktan çok öte; bir haber merkezi, bir tartışma platformu ve hatta bir kişisel markalaşma sahnesi gibiydi. Eline mikrofon verilen tüm konuşmacılar, sosyal medya haberciliğinin hız ve erişilebilirlik avantajını vurgularken, YouTube’nin bu alanda bir köprü görevi gördüğünü ifade etti. Özellikle podcast yayıncılığının yükselişi, salonda sıkça konuşulan konulardan biri oldu. İlginç bir detaydan bahsedecek olursam: YouTube, podcast alanında Amerika’da Spotify’ı bile geride bırakmış durumda. Katılımcılar, bu formatın derinlemesine analiz ve hikâye anlatımı için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyor. Dinleyicilere samimi bir bağ kurma şansı veren podcast’ler, habercilikte güvenilirlik arayan kitleler için yeni bir soluk olmuş durumda.

Yine YouTube Shorts’un habercilikteki etkisi de masaya yatırıldı. Hızlı, dinamik ve genç kitlelere hitap eden bu format, haberin anlık tüketim alışkanlıklarına nasıl uyum sağladığını gözler önüne serdi. Kısa ama etkili videolarla, bir deprem haberi ya da seçim sonucu saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor. El Cezire’nin dijital gelirinin %47’sinin YouTube canlı yayınlarından geldiğini öğrendiğimde, bu platformun gücünü bir kez daha hissettim. Canlı habercilik, izleyiciyle doğrudan bağ kurarak hem güven inşa ediyor hem de anında geri bildirim alma şansı sunuyor. Bu, geleneksel televizyon haberciliğinin hayal bile edemeyeceği bir esneklik.

Zirvede dikkat çeken bir diğer konu, kişisel medyanın yükselişiydi. HugoDécrypte gibi isimler, bireysel yayıncılığın artık dev medya kuruluşlarıyla yarıştığını kanıtlıyor. Kişisel markalaşma, habercilikte samimiyet ve özgünlük arayan izleyiciler için vazgeçilmez hale gelmiş durumda. Ancak bu durum, aynı zamanda bir sorumluluk da getiriyor. Zira bireysel yayıncılar, kitleleri etkileme gücüne sahipken, yanlış bilgi yayma riskiyle de karşı karşıya. Almanya’daki son seçimlerin sosyal medyada nasıl şekillendiği üzerine yapılan tartışmalar, bu noktada oldukça çarpıcıydı. YouTube’deki içerikler, seçmen davranışlarını etkilemede önemli bir rol oynamış; kimi zaman bilgilendirici, kimi zaman da manipülatif olabilmiş. Bu, platformun hem fırsatlarını hem de risklerini gözler önüne serdi.

YouTube’nin çok formatlı stratejisi de konuşulan yeniliklerden biriydi. Multi-content ve multi-channel yaklaşımlarıyla platform, içerik üreticilerine muhteşem kolaylıklar sunuyor. Sekiz dilde dublaj desteği gibi özellikler, küresel bir kitleye ulaşmayı bir tık yapmak kadar kolaylaştırıyor. Bu, özellikle yerel medya kuruluşlarının uluslararası alanda seslerini duyurması için büyük bir fırsat diye düşünüyorum.

Diğer taraftan, zirvede TGRT Haber’in dikey video haberciliğindeki başarısının örnek gösterilmesi bizlerin göğsünü kabarttı. Hızlı, odaklı ve izleyiciyle doğrudan iletişim kuran bu yaklaşım, haberciliğin geleceğinde önemli bir yer edinecek diye düşünüyorum. Aynı zamanda, Dijital Varlıklar bünyemizde faaliyet gösteren Türkiye Today’in yabancı dil haberciliğinde de güzel işler yaptığına burada bir kez daha şahit oldum. Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri dünyaya doğru, tarafsız ve en hızlı şekilde YouTube ve diğer sosyal medya platformları üzerinden aktarmayı hedefleyen markamızın, global ölçekte bir köprü kurma misyonuyla hareket ediyor oluşu ayrı bir sevinç kaynağı oldu benim için. Bu heyecan verici girişimi bir sonraki yazımda daha detaylı ele almayı da düşünüyorum, çünkü Türkiye Today’in hikâyesi gerçekten anlatılmaya değer.

Evet, Paris’teki bu buluşma, sadece bir zirve değil, aynı zamanda haberciliğin dönüşümünün nereye doğru gideceğine dair resmi bir ilam gibiydi. Geleneksel medyanın devleriyle, dijital dünyanın yeni kahramanlarının aynı masada oturması, haberciliğin ne kadar renkli ve çok katmanlı bir hale geldiğini göstermesi açısından oldukça önemliydi. YouTube, bu dönüşümün yalnızca bir aracı değil, aynı zamanda yönlendiricisi durumunda olduğunu herkesin anladığını düşünüyorum. Organizasyondan aklımda bir sürü soru işaretiyle ayrıldım. Acaba bir sonraki zirvede, habercilik hangi yeni yollara sapacak?
İnanın ben de sizler gibi şimdiden merak etmeye başladım.

Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
11.04.2025
Tüm Yazıları

10 Nisan Perşembe günü Ankara’da, benim de danışma kurulu üyesi olarak katkı sağlamaktan onur duyduğum çok kıymetli bir etkinliğe daha tanıklık ettik. EkoAvrasya Vakfı, İpekyolu Kamu Diplomasisi Teşkilatı ve Türk Dünyası Sivil Toplum İşbirliği Derneği (TÜRKSİT) tarafından ortaklaşa düzenlenen “Türk Dünyası Sivil Toplum Çalıştayı”, yalnızca bir toplantı değil, ortak geleceğimiz için atılmış güçlü ve stratejik bir adım oldu.

Türk dünyasında sivil toplum kuruluşlarının daha etkin, daha koordineli ve daha sürdürülebilir iş birlikleri kurmasını hedefleyen bu çalıştay; akademisyenleri, sivil toplum temsilcilerini ve kamu diplomasisi uzmanlarını bir araya getirerek bölgesel dayanışmanın zeminini sağlamlaştırdı.

Bu çalıştayın en dikkat çekici yönlerinden biri, her yıl yapılması planlanan kalıcı bir yapı haline getirilmesidir. Her yıl artan katılımla, genişleyen iş birliği ağlarıyla ve derinleşen stratejik vizyonla bu etkinliğin büyüyerek devam edeceğine inanıyorum. Katılımcı kurumlar arasında kurulan yeni bağlar ve geliştirilen ortak projeler, sadece bugünün değil, geleceğin Türk dünyasını inşa edecek güce sahiptir.

Çalıştay süresince ele alınan konular arasında; sosyoekonomik kalkınmada sivil toplumun üstleneceği öncü rol, ortak projelerin geliştirilmesi ve Türk dünyasının
değerlerinin uluslararası kamuoyuna tanıtılması gibi stratejik başlıklar ön plana çıktı. Genç nüfusun kültürel projelerle bir araya getirilmesi, bilgi ve deneyim paylaşımının arttırılması ve ortak mirasın uluslararası düzeyde tanıtılması da bu vizyonun temel taşlarını oluşturdu.

Tarihsel ve kültürel bağlarla birbirine kenetlenmiş Türk dünyasının geleceğinin, yalnızca devletler arası diplomasiyle değil, güçlü bir sivil toplum temeliylede mümkün olabileceğini gösterdi. Bu çalıştay, sadece bir etkinlik değil, aynı zamanda bir vizyonun, bir geleceğin, bir bütünleşme idealinin somut adımıydı bence.

Ben de bu önemli girişimin danışma kurulunda yer almaktan büyük bir gurur duyuyorum. Türk dünyasının ortak geleceği için emek veren herkese teşekkür ediyor, bu tür iş birliklerinin her yıl güçlenerek devam etmesini temenni ediyorum.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.04.2025
Tüm Yazıları

Bir bayramı daha geride bıraktık geçtiğimiz günlerde. Yine en çok duyduğumuz cümle de “Nerede o eski bayramlar” diye yakınmalar oldu. Evet, zamanın akışıyla birlikte değişen sadece takvim yaprakları değil; bayramların tadı, kokusu, anlamı da sanki biraz eksildi. Çocukken sabahın ilk ışıklarında uyanmanın heyecanı, yeni kıyafetlerin kokusu, bayram harçlıklarının peşinde koşmalar, mahalledeki büyüklerin ellerini öpüp şeker toplamanın verdiği mutluluk… Hepsi hafızamızda yer etmiş birer anı artık. Şimdi her şey biraz daha telaşlı, biraz daha dijital ve sanki biraz daha hissiz. Peki gerçekten bayramlar mı değişti, yoksa biz mi büyüdük?

Aslında bayramlar hâlâ aynı: yine sofralar kuruluyor, yine sevdiklerimizle bir araya geliyoruz, yine çocukların gözleri parlıyor. Ama artık biz, o çocuğu içimizde biraz susturmuş gibiyiz. Yorgunluklar, sorumluluklar, koşuşturmalar derken bayramı hissetmeye zamanımız kalmıyor belki de. Oysa bayram biraz durmaktı, biraz geçmişe bakmak, biraz da bugünü fark etmekti. Bayramın ruhu değişmedi; biz, o ruha ne kadar yaklaştığımızı unuttuk sadece.

Şimdi “Nerede o eski bayramlar?” diyoruz ya hani, peki bugünün çocukları ne diyecek yıllar sonra? Onlara nasıl bir bayram hatırası bırakıyoruz? Bizim zihnimizde anne kokulu sofralar, kalabalık aile fotoğrafları, sokaklarda koşturan çocuklar var. Peki onlar ne hatırlayacak? AVM’lerde geçirilen saatleri mi, bayramı bir tatil fırsatı gibi gören büyükleri mi, yoksa telefondan yapılan görüntülü bayramlaşmaları mı? Belki kendi bayramlarını, kendi anılarını yaratacaklar ama biz onlara ne kadar sıcak, ne kadar gerçek, ne kadar dokunulabilir bir bayram bırakıyoruz?

Bugünün çocukları, büyüdüklerinde bayram sabahına dair hatırladıkları şey ne olacak mesela? Babalarının camiden dönüşünü heyecanla bekledikleri o anı mı, yoksa bir tatil kasabasında uyandıkları otelin duvar kağıtlarını mı hatırlayacaklar? Sahiden bir gün geçmişe dönüp baktıklarında, içlerini ısıtacak bir bayram anısı olacak mı?

Belki de artık “Nerede o eski bayramlar?” demek yerine, bugünün çocuklarına yarının “eski bayramlarını” bırakma zamanı. Çünkü bayram hâlâ aynı bayram. Sevdiklerimizi bir araya getirmek için bir vesile, çocukların hafızasında yer edecek sıcacık bir anı, kalplerimizi birbirine yaklaştıran bir köprü.

Değişen bayram değil aslında… Değişen biziz. Ve belki de hatırlamamız gereken tek şey, bayramın ne hissettirdiği...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş