Esad zulmünden kaçarak, Avrupa'ya şişme botlarla, özgürlüğe kavuşma hayaliyle yola çıkan on binlerce Suriyeli oldu. Çoğu, ebedi özgürlükle sonuçlandı.
Gazetecilik mesleğine kurumsal olarak başladığım 2015 yılında, bu dramlar tap noktadaydı. Her gün mutlaka bir 'mülteci faciası' haberi geliyordu. Gazetelerin 3. sayfasında, sağ alt köşeden girilirdi haberleri.
Hiç unutmam Aylan bebeğin fotoğraflarının servis edildiği günü. Henüz 4. ayımdı. O zamaki yazı işleri müdürüm Zafer abi, gündem toplantısı öncesi beni yanına çağırıp elime bir kağıt tutuşturdu. Aylan bebeğin kıyıya vurduğu fotoğrafı verdi:
"Bugünkü 3. sayfa manşetin bu!"
Toplantıya girdik. Herkes haber sunumu yapıyor.
"Bodurm açıklarında şu kadar mülteci Yunanistan'a kaçmaya çalışırken hayatını kaybetti" dedim.
Genel yayın yönetmenim, "Tamam, koyarsın 2 sütuna" dedi
Zafer abi, "Ama bu fotoğrafı görmelisiniz" dedi. O gün sayfa manşetim Aylan bebekti.
Başlık: 'İNSANLIK KIYIYA VURDU'
O gün o haberi ağlayarak yazmıştım... Fotoğraflar beni çok etkilemişti.
Şimdi, neden bu kadar öznel mi yazdım? Anlatayım...
Meslek hayatım boyunca dramlar her geçen gün normalleşti. Giderek her şey beynimde 'olabilir' kategorisine yerleşti.
Ancak bu durum sadece mesleki deformasyonla sınırlı kalmadı. Televizyon, sosyal medya, dijitalleşmenin gelişmesiyle birlikte toplumsal deformasyona dönüştü.
Televizyon, tablet, telefon, haberler, tweet'ler, storyler, gönderiler... Her şey FAZLA normal değil mi? Gerçeklik algımızı değiştiren bu normlar, ruh halimizi de değiştirmeye başladı.
Çünkü ne yazık ki travmalar, biriktikçe köreltiyor insanı. Ruhumuzu korumak adına ekran karşısında hissizleşiyoruz. Ama unutmamalıyız: Bu bir savunma mekanizmasıysa bile, kalbimizi tamamen susturmasına izin vermemeliyiz.
İnsanlığımızı kaybetmediysek, hâlâ bir umut vardır.
Duyarsızlık kader değil, bir tercihtir.
...
Nadir toprak elemenlerinde yeni bir döneme giriliyor. Bu elementlerin önemi gün geçtikçe, teknoloji geliştikçe da daha artıyor. Hem yeşil enerji, hem de savunma sanayi ve elektrikli otomobiller başta olmak üzere pek çok alanda daha da fazla ihtiyaç maddesi haline gelen nadir toprak elementleri, Ukrayna topraklarında özellikle Dniprov’da çok zengin bir şekilde bulunuyor.
Hatta zengin bir şekilde bulunmanın ötesinde Ukrayna’daki nadir toprak elementlerinin, diğer bulunan ülkelerden en çarpıcı farkı çok daha düşük maliyetlerle topraktan çıkartılıp temin edilebilmesi. Mesela bir birim nadir toprak elementi Portekiz’de 60 dolar harcama yapılırken. Bunun Ukrayna’daki maliyeti 1 dolar. Arada 60 katlık bir fark var. Neredeyse yüzeyde bulunan elementlerin temin edilmesi için harcanan zaman da çok daha az.
ABD, Rusya ve Ukrayna savaşında özellikle Biden döneminde verilen yüz milyarlarca doları geri almak istiyor. ABD Başkanı Trump’ın telaffuz ettiği Ukrayna’ya harcanan para ve destek miktarı önce 500 milyar dolarken şu aralar 350 milyar dolar.
Tabii ABD’nin Ukrayna’ya harcadığı bu parayı ve belki de çok daha fazlasını almak için önce savaşın bitmesi gerekiyor. Trump önce savaşı bitirmek sonra verdiği paraları geri alabilmek ama aynı zamanda Çin’in nadir toprak elementleri alanındaki dünya genelindeki tekelini kırmak istiyor.
Hepimizin pil teknolojisinden bildiğimiz, telefonlar, bilgisayarlar derken elektrikli otomobillerde de çok daha fazla gündeme gelen lityum bu nadir elementlerden biri. Bir diğeri kobalt elektrikli araç bataryalarında kullanılıyor. Nikel, enerji depolama sistemlerinde kullanılırken. Grafit ‘e batarya anotlarında ihtiyaç duyuluyor. Nadir elementlerin bir diğeri titanyum ise, havacılık ve savunma sanayiinde kullanılıyor.
Bunların dışında lantan, seryum, proseodim, neodim, prometyum, samaryum, evropiyum, gadolinyum, terbiyum, disprosyum, holmiyum, erbiyum, tulyum, iterbiyum, lutesyum isimli 17 nadir bulunan element gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için çok büyük önem taşıyor.
Bu elementler de elektrikli araç motorları, savaş uçakları, radar sistemleri, manyetik diskler, akıllı telefonlar, rüzgar türbinleri, uydular ve lazer sistemleri gibi teknolojilerde kullanılıyor.
Çin, dünyada üretilen nadir toprak elementlerinin yüzde 80’ini yaptığı anlaşmalarla kontrol ediyor. Halihazırda kendi toprakları da nadir elementler konusunda oldukça zengin. ABD ise nadir elementler açısından fakir bir ülke.
Teknoloji savaşları derken hızlanan yapay zeka savaşlarında harcanan enerjinin katlanarak artması da nadir toprak elementlerinin önemini son dönemde hızla artırmış durumda.
Toplamda ise sonu gerçek bir savaşa gider mi denilen ticaret savaşları açısından da ABD bu anlaşmayı çok önemsiyor.
Ve Trump, tüccar bir başkan olarak da Ukrayna lideri Zelenski’yi tüm dünyanın gözü önünde azarladıktan sonra, yardımları da keseceği tehdidiyle dize getirerek anlaşmayı kabul ettirdi. İki üyenin dışişleri bakanları mutabakat zaptını imzaladı. Bu perşembe günü de anlaşmanın gerçekleşeceği hem Trump hem de Zelenski tarafından açıklandı.
Anlaşmayla birlikte Rusya - Ukrayna savaşının hemen hatta bu hafta sonlanması için bastıran Trump, ilk olarak ABD maden şirketlerini ve onları koruyacak ABD askerlerini Ukrayna’ya gönderecek. Ukrayna topraklarındaki Amerikan askerleri aynı zamanda Rusya’nın yeni bir saldırı gerçekleştirmemesi adına Ukrayna’nın bir güvencesi de olacak.
Zararını karşılamak, verdiklerini geri almak isteyen ABD, Ukrayna’nın madenlerine aslında çökmüş mü olacak bilemiyoruz. Bunu da zaman gösterecek. Ama Trump’ın dün Rusya ve Ukrayna liderlerine söylediği ve barışırsanız servet kazanacaksınız şeklinde süslediği sözü her şeyi özetliyor:
“Altını Olan, Kuralı Koyar.”
Bazen bir şehir sizi bekler. Öylesine, telaşsız… Gürültüye karışmadan, kendini zorlamadan ama lezzetini hissettirerek... İşte Kırıkkale tam da böyle bir yer. Geçen hafta, Kırıkkale Valiliği himayesinde, Kipakder’in yönlendirmesi ve İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün misafirperverliğiyle bu kadim şehre konuk oldum.
Aslında o günlerde Konya’da önemli bir programım vardı, ama iyi ki yolum bu Anadolu şehrine düştü. Zira Kırıkkale, bana beklediğimden fazlasını sundu; tarih, doğa ve gastronomiyi iç içe geçiren, samimiyetle örülmüş bir hikâyeyi…
Kırıkkale’de gastronomik zenginlik
Kırıkkale’nin gastronomik zenginliği ise adeta sürprizlerle dolu. Özellikle Karakeçili’de tattığım sucuk ve Tokmak Köfte, damakta iz bırakan iki özel lezzet olarak hafızama kazındı. Bu iki ürün, yalnızca tadıyla değil; geleneksel yapım teknikleri ve arkasındaki hikâyeleriyle de bambaşkaydı. Tokmak Köftesi’nin Karaahmetli köyünden çıkıp bugüne ulaşan serüveni, yöreye özgü bulgurla şekillenen o eşsiz dokusu, coğrafi işaretin ruhunu birebir taşıyor.
Anadolu’nun kalbi Kırıkkale’de iki gün
Kırıkkale’ye ilk adımımı attığımda içimi saran sıcaklık hissi, mülki idarecilerin ve halkın içten ilgisiyle birleşince, şehre adapte olmak hiç de zor olmadı. Turizm Haftası kapsamında düzenlenen iki günlük etkinlik boyunca Kırıkkale’nin tarihini, kültürünü, mutfağını ve ruhunu tanıma fırsatım oldu.
Kipakder Başkanı Özgür Dönmez’le uzun zamandır tanışırım. Kırıkkale adına yaptığı her işte o eğitmen titizliği, mutfak bilgisiyle yoğrulmuş bir disiplini var. Gastronomi alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları arasında bu denli derinlikli bir bakış açısına nadiren rastlanır. Onun rehberliğinde çıktığımız bu kültürel yolculuk, sadece bir gezi değil, aynı zamanda bir farkındalık deneyimiydi.
Suyun yansımasında tarihin gölgesi
İlk duraklarımızdan biri Kırıkkale’nin Karakeçili ilçesi oldu. Karakeçili kaymakamı İbrahim Ergin’in zarif ev sahipliğinde, bu küçük ilçenin büyük misafirperverliğiyle karşılandık. Burada bulunan Köprü restoranında nefis bir kahvaltı yaptıktan sonra Çeşnigir Köprüsü’ne uzandık. Kızılırmak’ın üzerine kurulmuş Selçuklu yadigârı köprüyü derinlemesine temaşa eyledikten sonra ırmak üzerinde de gemiyle bir seyahat gerçekleştirdik.
İlçe merkezinde Kasap Ferhat’ta tattığım sucuk efsane
Ardından Keskin ilçesinde bulunan Taş Mektep’te, Bozlakların içimize işleyen sesiyle Hacı Taşan’ı andık. Rivayete göre astımlılara iyi gelen Sulu mağarayı gezdik. Tabi Keskin’de gastronomi evinde tadına baktığımız “Keskin Tava” da yöresel mutfağın coğrafi işaretli öne çıkan lezzetlerinden. Yemeğin ardından şimdi müze haline getirilmiş tarihi “Rahmi Pehlivanlı” köşkünü dışardan da olsa gözlemleme imkanı bulduk.
Balışeyh’te tarih var
Kırıkkale Balışeyh ilçesinde ise Belediye Başkanı Savaş Akyüz’ün rehberliğinde Ballı Camii ve Türbesi’ni ziyaret ettik. Mimari sadeliğiyle göz alan bu yapının manevi havası uzun süre zihnimde kaldı. Bu ilçede 1500’lü yıllardan bu yana ayakta duran tarihi Türk evlerini, taş konakları gezdik. Aslan Bey Konağı Balışeyh ilçesi Beyobası köyü girişinde oldukça geniş bir alan içerisinde yer alıyor. Her köşe, her pencere bir zaman hikâyesi anlatıyordu. İlçeye hakim bir tepede kurulu otantik çadırlarda yöresel lezzetlerin tadına baktık.
Delice Tuzu
Bence bu gezinin en önemli tarafı Delice’de coğrafi işaretli Delice Tuzu’nun kıymetini daha iyi kavramamdı. Hâlbuki burada üretim yapan firmayı birkaç yıl önce köşemde yazmıştım. Bu denli kıymetli bir sıvı tuzun değerini unutmuşum. Toprakla iç içe geçen üretim süreci, bir doğal zenginliğin nasıl katma değere dönüşebileceğini gösteriyordu.
Kılıçlar Soğanı ve Hasandede Üzümü
Yine bu ilin coğrafi işaretli bir ürünü Kılıçlar soğanı, aroması ve dokusuyla benzersiz bir ürün ve coğrafi işaret başvurusu olan Hasandede Üzümü ise bölgenin gastronomi zenginliğini yansıtıyor.
Bu vesileyle bir konunun altını çizmeden geçemeyeceğim. Gittiğim her şehirde benim için en kıymetli gösterge, coğrafi işaretli ürün sayısıdır. Zira bir şehri en iyi anlatan, onun yerelidir; yani toprağında yetişeni, mutfağında pişeni, halkının emeğiyle yoğrulanıdır. Kırıkkale gibi birçok ili birbirine bağlayan bir kavşak noktasında, coğrafi işaretli ürün sayısının artması, şehrin geleceği için hayati önemde…
Bu potansiyel değerlendirildiğinde, Kırıkkale’nin sadece Anadolu’nun değil, Türkiye’nin de parlayan yıldızlarından biri olacağına inanıyorum.
Gezimiz boyunca uğradığımız mekânlar; Köprü Restoran, Kasap Ferhat, Keskin Gastronomi Evi, Etçi Latif, Vural Alabalık, Gazikent Baklava & Künefe, Asudem Pastanesi ve Mevlüt Usta’nın yeri bu lezzet yolculuğunun eşsiz durakları oldu. Her birinde farklı bir tat, özel bir ilgiyle ağırlandık.
Ve ben, bu iki günlük kısa ama dolu dolu geçen gezide, Kırıkkale’de kendimi gerçekten çok özel hissettim. Anadolu’nun kalbinde, sessiz sedasız bir yıldız gibi parlayan bu şehir, artık bende özel bir yeri var.
Kırıkkale’nin geçmişi, bugünü ve yarını arasında kurduğu o zarif köprünün bir parçası olabilmek… Sanırım en kıymetlisi de buydu.
...Son yıllarda işimizle alakalı çokça endişe duyduğumuz bir konu var. Aslında bu yeni veya ilk olan bir durum da değil. Her yeni teknolojik çağda aynı endişe baş gösterir: “İşimiz elimizden mi alınacak?” Evet bu soru, buhar makinelerinden fabrikalara, bilgisayarlardan yazılıma kadar her devrimde tekrar tekrar soruldu. Şimdi ise 2025 yılındayız ve bu kez karşımızda çok daha zeki, çok daha hızlı ve her geçen gün daha da “insana benzeyen” bir rakibimiz var: robotlar ve yapay zeka sistemleri.
Üretim hatlarında insanlar azaldı, çağrı merkezlerinde sohbet ettiğimiz kişiler insan değil, algoritma oldu. Hatta bazı haber sitelerinde okuduğumuz içerikler bile yapay zeka tarafından yazılıyor. Hatta şiir yazıp, şarkı bile besteliyor. Peki bu gerçekten işsizlik dalgasının habercisi mi? Yoksa bizler, değişen iş tanımlarına uyum sağlayarak başka bir evreye mi geçiyoruz?
Sanayi devriminden bu yana teknolojiyle ilgili temel kaygı değişmedi: “Makine benim işimi elimden alacak.” Ancak tarih bize şunu gösterdi: Teknoloji bazı işleri ortadan kaldırsa da, yerine yeni iş alanları da oluşturdu. At arabası sürücüleri kayboldu ama şoförlük mesleği doğdu. Daktilo gitti ama yerine gelen bilgisayarla yüzlerce yeni meslek doğdu. Sorun, teknolojinin gelip işleri yok etmesi değil; bu değişime ayak uyduramayanların geride kalması.
Robotlar hangi işimizi elimizden alıyor?
2025 itibarıyla robotlar en çok tekrarlayan, manuel ve tahmin edilebilir işleri üstleniyor. Üretim hatlarında parça birleştirme, depolarda ürün taşıma, çağrı merkezlerinde basit müşteri taleplerini cevaplama gibi görevler artık insanlar yerine otomasyon sistemlerine bırakılıyor.
Ancak sadece mavi yaka değil, bazı beyaz yaka pozisyonlar da dönüşüm içinde. Rapor yazma, e-posta cevaplama, toplantı özetleme gibi görevlerde yapay zeka destekli yazılımlar devrede. Bu, insanların düşünsel kapasitesini daha yaratıcı, daha stratejik alanlara yöneltmesi için bir fırsat olabilir.
Değişim sadece bazı işlerin bitmesiyle sınırlı değil; yepyeni işler de doğuyor. 2025’de artık şu tür pozisyonlar duyuyoruz:
· Yapay Zeka Eğiticisi
· Robot Bakım ve Destek Uzmanı
· Robotik Mühendisliği
· İnsan-Makine Etkileşimi Tasarımcısı
· Fintech Mühendisliği
Geleceğin iş gücü artık ezber değil, analiz yapabilen; sadece bilgiyi değil, bilgiyi nasıl kullanacağını bilen bireylerden oluşacak. Bu da eğitim sistemimizin ve bireysel beceri kazanımımızın yeniden şekillenmesini zorunlu kılıyor.
Robotlar tehdit mi, fırsat mı?
Robotlar gerçekten işlerimizi elimizden alıyor mu? Evet, bazılarını. Ama aynı zamanda işleri değiştiriyor, dönüştürüyor ve yeni yollar açıyor. Asıl mesele, bu değişime ne kadar hazırlıklı olduğumuz.
Şunu unutmamalıyız ki, teknolojiyi üreten de, ona yön veren de hâlâ insan. Güç aslında bizim elimizde. Robotlar bizi değil, biz robotları kullanacağız. O yüzden robotlara rağmen değil, robotlarla birlikte nasıl daha üretken oluruz bunu düşünmeliyiz.
...Herkesin hayatında rutinler vardır mutlaka...
Başımızı koyup uykuya daldığımız yastık, ayağımızın şeklini alan bir ev terliği, sürekli giydiğimiz mont, her sabah bindiğimiz o otobüs ya da sürekli konuştuğumuz insanlar…
Tüm bunlar bir noktada bizi güvende hissettirir. Çünkü alıştığımız şey, tanıdıktır. Tanıdık olan da her zaman dayanıklılık verir. Aile gibi.
Ancak bazen, rutinleri alt üst ederiz.
Peki ama neden?
Yastık boynumuzu ağrıtır, terlik ayağımıza batmaya başlar, mont artık sıcak tutmaz, otobüs geç ve insanlar yorucu hâle gelir…
O zamanlarda içinde bulunduğumuz düzenin aslında bir illüzyon olduğunu fark ederiz. Konfor alanı sandığımız şeyin, tevekkülden ibaret olduğunu algılarız.
Alışkanlıklarımızla ördüğümüz duvarların arkasında, bazen görmek istemediğimiz gerçekler vardır. Ama doğru, öyle garip bir şeydir ki…
Ne kadar saklarsan sakla, bir şekilde çıkıverir ortaya. Bazen bir gecede, bazen bir yılın sonunda, bazen bir cümlede…
Çünkü doğrunun her zaman ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.
Ve biz, o doğruyu gördüğümüzde ya gözümüzü kapatıp yastığımıza geri döneriz ya da yeni bir sabaha uyanırız…
“Sahada olan kazanır, masa zaten onun olur.”
Suriye’de taşlar yerinden oynuyor. ABD, yıllardır Türkiye sınırının hemen ötesinde, bir terör devletçiği kurmak için desteklediği PKK/YPG’yi yarı yolda bırakıp çekiliyor. Ne uğruna geldiler, ne elde ettiler? Cevap net: Türkiye’nin kararlı duruşu karşısında başarısız oldular.
Bugün Münbiç’te, Tel Rıfat’ta ne PKK kaldı ne de onların hamileri. ABD’nin çekilmesiyle ( gerçek manada cekilme olursa ) birlikte o yapay yapılar çökecektir.Ortaya çıkan boşluğu ise Türkiye’nin desteklediği, yerli ve milli bir liderlik dolduruyor: Ahmet Eş-Şara’nın başını çektiği, halk temelli yeni bir yapılanma.
Amerika Gitti, Türkiye'nin Stratejisi Kazandı
ABD gidiyor, çünkü sahada Türkiye vardı. Sınırlarımız boyunca terör koridoru kurmak isteyenler, bugün o koridorun yerinde Türk SİHA’larının gölgesini, Mehmed’in izini, bölge halkının duasını görüyor. Münbiç ve Tel Rıfat artık terörden arınmış, yeni bir hayata açılmış bölgeler. Bu temizlik ne uluslararası konferanslarla, ne de masa başı mutabakatlarla değil; Türk iradesiyle gerçekleşti.
Ahmet Eş-Şara ve Yeni Oluşum: Türkiye’nin Doğru Hamlesi
Ahmet Eş-Şara adı, artık bölgede bir umut. Terörün boşalttığı alanı; halkın içinden çıkan, Türkiye ile açık diyalog içinde olan, milli duruş sergileyen bir yapı dolduruyor. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor, ancak teröre karşı en net tavrı da o koyuyor. İşte bu, Türkiye’nin “terörsüz güvenli bölge” vizyonunun somut karşılığıdır.
Türkiye İçeride de Hamle Yapıyor: Silahlar Susuyor, Gerçekler Konuşuyor
Türkiye yalnızca Suriye'de değil, kendi içinde de stratejik bir süreç yürütüyor. DEM üzerinden yürütülen, PKK’ya silah bıraktırma yönündeki baskılar artık açık biçimde görülüyor. Kandil çözülüyor. Çünkü Türkiye'nin kararlı istihbarat yapısı, sosyal hamleleri ve teröre hayat hakkı tanımayan politikası, örgütü içeriden çökertiyor.
Ancak Türkiye net: Bu millet terörle müzakere etmez, silahla gelen karşısında Türkiye'nin sert duruşunu görür. Silahı bırakmak, boyun eğmektir. PKK ya adalete teslim olacak ya da yok olacak.
Bu Süreç Bir Tesadüf Değil, Türkiye’nin 10 Yıllık Doktrinidir
Bugün yaşanan gelişmeler, bir günün değil; 10 yıldır adım adım örülen büyük Türk stratejisinin ürünüdür. Türkiye sabretti, sahaya indi, masaya döndü ama şartlarını kendisi koydu. Bugün Suriye'de Amerikan boşluğunu dolduran tek güç Türkiye'dir. Diğer herkes sadece seyirci.
Son Söz: Amerika Çekilir, Türkiye Kalır
Coğrafyada boşluk olmaz. Ancak bu boşluğu kim doldurur sorusunun yanıtı artık net. ABD gider, Rusya izler, İran bekler. Ama Türkiye sahadadır, çünkü bu topraklarda
Türkiye’nin bekası vardır.
Ve unutulmasın:
"Toprak kaderdir" diyen bu millet, bu toprağın kaderini kendi elleriyle yazar!
Terörün sona erecek, Türk milletinin istiklal yürüyüşü sekteye uğramadan sonsuza dek devam edecektir.
...Geçen yazımda yapay zekanın dijital yayıncılığı nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştim, o yazıdan sonra dostlarım arayıp; “Volkan, eline sağlık!” teknolojinin hızına, sunduğu imkanlara değinmeni beğendik diye ilettiler. Ama öte taraftan bir de itirafları vardı: “Medyanın etik tarafında biraz fazla iyimser kalmışsın.” Hak verdim onlara. Çünkü İhlas Holding’de dijital varlıkların sorumluluğunu omuzladığımdan beri şunu gördüm: Madem yapay zekâ, medyayı fırtına gibi sarıyor peki, ya bu fırtına bizi de sürüklerse? O zaman etik nereye kaybolur?
Şimdi gelin hep birlikte biraz akıl yürütelim…
Bir düşünün: Bir algoritma, göz açıp kapayıncaya kadar haber yazıyor. Harika değil mi? Hızlı, pratik, tam anlamıyla teknolojik bir buluş. Ama işte işin sırrı şu: Bu robot kalemler, ne verirsen onu geri veriyor. Algoritmaya tek taraflı veri yüklersen, “tarafsız” diye sunduğu haberler bir görüşün kopyası oluveriyor. Mesela, bir haber sitesi fark etmeden belirli bir kesimin kaynaklarını öne çıkarırsa, yapay zekâ da aynısını yapar. Okuyucuya gerçeği sunmak bizim en büyük sözümüz değil mi? Teknoloji de bu sözü tutmalı ve direksiyona kendisi geçip bizi şaşırtmamalı!
Deepfake ile hazırlanmış videolar oldukça gerçekçiler. Daha önce önüme düşen bir videoda izlemiştim görüntülerde adam, hiç söylemediği şeyleri söylüyormuş gibi görünüyordu. Yapay zekâ böyle şeyler yapabiliyorken, yanlış ellere düşerse yalan haber fabrikasına da dönüşebilir. Sosyal medyada sahte bir başlık nasıl yayılır, hepimiz bugün artık bunu biliyoruz. Şimdi bir de yapay zekanın dakikalar içinde bin tane yanıltıcı haber ürettiğini bir hayal edin bakalım. Medya etiğinin “doğruluk” bayrağı nerede kalır? Bence tam olarak insan burada direksiyonun başına geçmeli. İhlas Holding’de biz, teknolojiyi dost gibi kullanıyoruz ama gözümüz hep üstünde!
Şimdi biraz hayal kuralım. Diyelim ki yapay zekâ, benim tarzımda bir yazı yazdı. Okuyanlar “Volkan, ne güzel anlatmışsın!” dedi. Ama ben kaleme bile dokunmadım! Bu yazı kimin şimdi? Benim mi, algoritmayı kodlayanın mı, yoksa makinenin mi? Medya etiği, emeği ve üretkenliği korur, ama yapay zekâ bu sınırları karıştırıyor. Türkiye’de bu konular henüz emekliyor. Yakında dijital dünyada telif haklarını konuşurken, yapay zekaya “Senin payın ne?” diye sorarız, benden söylemesi!
Teknolojiyle insan el ele bunca soru işareti varken bile, yapay zekayı kâbus gibi görmüyorum. Bence o sadık ve samimi bir yol arkadaşı. Dijital varlıklarda biz, bu arkadaşlığı kurarken insan sıcaklığını asla bırakmıyoruz. Bir editörün dikkati, bir gazetecinin vicdanı, soğuk algoritmalara can katmıyorsa ne önemi var ki? “Yapay zekâ medyayı ele geçirse bile ipler bizde olacak” diyorum, çekinen herkese bunu söylüyorum.
Yapay zekâ, bize hem hayalleri hem sorumlulukları gösteriyor. Medyanın geleceğini kurarken, bu gücü etik bir yolda tutmamız şart! Çünkü haber, ne kadar hızlı yazılırsa yazılsın, insan için var.
Ben; “vicdan” ve “samimiyet” diyorum.
Peki, sizler ne diyorsunuz?
Kalın sağlıcakla…
Geçtiğimiz hafta Cuma; Samsun! Bu hafta Cuma ise Bodrumspor, Galatasaray’a karşı isabetli şut çekemeden 90 dakikayı tamamladı. Her iki takımda, Galatasaray karşısında “sıfır” çekerken, “Samsunspor karşılaşması antrenman maçıydı!” sözleri akıllara geldi. Sarı-kırmızılı takım karşısında antrenman maçına çıkan rakipler değil! Ayakları titreyen futbolcular görmeye başladık. Yani aynı kaderi Fenerbahçe’ye karşı yedeklerle, Galatasaray’a karşı ise tam kadroyla sahaya çıkan Bodrum’da yaşadı. Mourinho’nun eski yardımcısı, Bodrumspor’un teknik direktörü Jose Morais, kaleye otobüste çekse de kaderinden kaçamadı. Galatasaray, özelikle ilk yarıdaki pozisyonları değerlendirseydi maç rahat 4-5 fark ile sona ererdi.
Dün gece sahanın en çalışkanı tartışmasız Torreira oldu. Lemina’nın savunmaya yardımı Torreria’yı hücum hattına daha da yakınlaştırdı. Uruguaylı futbolcu boyuna rağmen kafa vuruşuyla golü bulurken, hücumda gol araması da takıma güç kattı. İlk golde Barış’ın faulü alması ve Sara’nın ustalıkla asist yapması da dikkatlerden kaçmasın. Barış gecenin istekli oyuncularındandı. Sürekli kanat değiştirip, Bodrum savunmasını yıpratmayı başardı. Fakat Barış, her zamanki gibi pozisyonların sonunu getirmekte ciddi sıkıntı yaşamaya devam ediyor. Yunus’a da bir parantez açmakta fayda var. Saha içerisinde hafif kıpırdaması bile takımını sonuca götürüyor. Adeta Sanchez’e kafanı uzat ve golü at pası verdi.
Özellikle Mourinho’nun en çok beğendi hakem Mehmet Türkmen, verdiği yanlış kararla Osimhen’in golüne engel oldu diyebilirim! Sara’nın yerde kaldığı ve penaltı olmayan pozisyona düdük çalan Türkmen, biraz daha beklese top Osimhen’nin önünde kalacak ve pozisyon golle sonuçlanacaktı. Diğer pozisyonlarda ise Osimhen’in futbol şansı yanında değildi. Yıldız futbolcu yine sahada elinden gelenin fazlasını yaptı.
Ve son olarak bir hatırlatma…
Galatasaray kalan 6 maçtan 5 galibiyet alması halinde 25. şampiyonluğunu ilan edecek.
...Devlet Bahçeli’nin “içimizdeki şeytanlar” sözü, sadece bir siyasi uyarı değil; tarihten bugüne Anadolu topraklarında kurulan her ihaneti, her oyunu, her tuzağı deşifre eden derin bir millet hafızasının yansımasıdır.
Tarih bir aynadır. Ama bu aynaya nasıl baktığın çok daha önemlidir. Nasıl bakarsan öyle görürsün. Kendini ya görürsün ya unutursun.
Anadolu, bin yıldır nice savaşa, nice ihanete, nice ihaneti boşa çıkaran iradeye tanıklık etti. Ama düşman her zaman sınırdan girmedi. Bazen içerden konuştu. Bazen kardeş gibi sarıldı, hançerini yüreğimize sapladı. Bunu bir kez yaşamadık.
“Bizans surlarından içeri girmeden önce Halil İnalcık’ın ifadesiyle, “gönüller fethedilmişti.” Ama İstanbul’u kaybeden Bizans, içeriden çökmüştü. Dış düşman değil, içteki entrika yedi imparatorluğu bir çöplüğe çevirmişti.”
Bu oyun hiç değişmedi. Benzer örnekleri defalarca yaşamış bu millet, Devlet Bahçeli’nin işaret ettiği “içimizdeki şeytanlar” manifestosunu dikkatlice okumalıdır ve okuyacaktır da.
Devlet Bahçeli’nin, “İçimizdeki şeytanlar” sözü, bir siyasi polemik değil, bir devlet refleksidir. Uyarı değil, tarihsel bir hafızanın sesidir. Çünkü bir millet, içindeki şeytanı tanımadan dışarıdaki düşmanı yenemez.
Tarihten Bir Ayna: Sadrazam Sokullu’nun Sözleri
Osmanlı'nın en kudretli sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa, bir gün Padişah’a şöyle der:
“Devlet dışardan yıkılmaz. Yıkılacaksa içeriden yıkılır. Bunu söylediği günlerde Osmanlı, Viyana kapılarına dayanmıştı. Ama içeride rüşvet, haset ve menfaat tohumları yeşermeye başlamıştı. Dışarıda at süren devlet, içeride iç çekişmelere yenik düştü.
Dikkat edin, savaşla değil; sızmayla yıkıldı Osmanlı.
Bugün yine aynı metotları görmek mümkün.
Siyasi sızma, fikirsel tahrifat, milli iradeye dolaylı darbe girişimleri …
İçimizdeki şeytanlar, artık üniforma giymiyor. Kimi ekranlarda uzman, kimi kürsüde akademisyen, kimi mevkide bürokrat, kimi mahfillerde gazeteci kılığında...
Ama ortak özellikleri şu:
Bu ülkenin değerlerini sevmiyorlar.
Bu milletin kaderini paylaşmıyorlar.
Ama bu milletin sofrasına oturmaktan, sırtından geçinmekten geri durmuyorlar.
Ve biz bunları sadece satır aralarında değil, Sevr masasında da gördük, 27 Mayıs'ta da, 12 Eylül’de de, 15 Temmuz’da da...
İşte Devlet Bahçeli bu tehlikeye dikkat çekiyor. “İçimizdeki şeytanlar” derken, siyasi bir partiyi değil, milletin ortak ruhunu hedef alanları işaret ediyor.
Çünkü biliyor ki:
Bir binayı dinamitle yıkmak gerekmiyor,
Temeline su sızdırmak yetiyor.
Ve biz bu ülkenin temeline göz dikenleri iyi tanırız.
1919’da yedi düvel yetmediği için içerideki manda heveslileri çıktı sahneye.
2025’te de aynı oyun yeni figüranlarla tekrar sahneleniyor.
Kurtuluş Savaşı’nın ilk cephesi işgal edilen topraklar değil, işgal edilen zihinlerdi.
Ama Mustafa Kemal Paşa bu yüzden Samsun’a çıktı.
Bu yüzden Sivas’ta, Erzurum’da önce milletle buluştu.
Çünkü düşmana karşı önce içerideki gafletle, delaletle mücadele edilmeliydi.
Bugün yine aynı yerdeyiz.
Bu kez tankla değil, trolle geliyorlar.
Bu kez posta kutusuna bildiri atarak değil, ekranlara süslü kelimelerle çıkıyorlar. Ama unuttukları bir şey var:
Bu millet feraset sahibidir.
Kimin dost, kimin maskeli düşman olduğunu bilir.
Ve zamanı geldiğinde hesabı sandıkta sormayı bilir.
Son Söz:
Tarihin bize öğrettiği bir gerçek varsa o da şudur:
İçimizdeki şeytanları tanımadan, dışarıdaki düşmanı yenemeyiz.
Devlet Bahçeli’nin sözünü sadece bir siyasetçinin tepkisi olarak değil, milli bir hafıza refleksi olarak okumak gerekir.
Biz millet olarak biriz.
Bu coğrafyada kardeşliğimizi bozanı tanırız.
Ve en zor zamanlarda, içimizdeki şeytanlara rağmen; Alparslan gibi yürür, Fatih gibi alır, Atatürk gibi ayağa kalkarız.
Çünkü bu milletin kodlarında teslimiyet yoktur.
Ama ihanete de asla geçit yoktur.
Dilan Polat, güzellik merkezi açtıktan sonra Instagram ve TikTok’ta yoğun paylaşımlar yaparak kısa sürede tanındı. Takipçilerin ve yorumcuların baskısıyla, lüks yaşamın kaynağı sorgulanmaya başlandı. 7 milyona yakın takipçisi olan Dilan Polat, kara para aklama suçundan 8 ay cezaevinde kaldı.
Cezaevinden çıktıktan sonra da paylaşımlarına devam eden hatta ve hatta takipçi sayısı artan Dilan Polat, tuhaf denilebilecek paylaşımları nedeniyle yeni bir soruşturma başlatılmasına sebep oldu.
Takipçilerinin şikayetleri üzerine, Dilan Polat ve eşi Engin Polat, haklarında yürütülen "uyuşturucu madde kullanımı" iddiaları kapsamında Adli Tıp Kurumu'na giderek saç örneği verdiler. Bu işlem, uyuşturucu madde kullanımının tespiti amacıyla yapıldı.
Söz konusu soruşturma, çiftin sosyal medyada paylaştığı bir video üzerine başlatıldı. Adli Tıp Kurumu'na verilen saç örneklerinin sonuçlarına göre; Dilan Polat ve Engin Polat’ın uyuşturucu kullanmadığı tespit edildi.
SOSYAL MEDYA ÇÜRÜMEYİ SAĞLADI
Dilan Polat’ın yaşadığı durum aslında sosyal medyada algının gerçeğin önüne geçtiğini çok net gösteriyor.
Dilan Polat’ın sosyal medya paylaşımlarındaki tuhaflık, “uyuşturucu kullanıyor” iddiasını da beraberinde getirdi. Sosyal medya kişiler üzerinde nasıl etkili ki uyuşturucunun etkisinde olduğu zannedildi. Çünkü hareketin görsel dili, uyuşturucu kullanımını çağrıştırıyordu. Görsellik artık o kadar güçlü ki ve ulaşılabilir ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İnsanlar sosyal medyada attığı her adımı düşünmeden paylaşırsa, bu paylaşımlar bir gün delil gibi karşısına çıkabilir. Görsellik artık o kadar güçlü ki, bir hareketin anlamı gerçekte ne olursa olsun, algı her şeyi belirleyebiliyor.
İstersen bunu da içeren, “algı yönetimi” ya da “gerçek ile görünüşün savaşı” temalı bir yazıya dönüştürebiliriz. Çok güncel ve derin bir konu aslında. Sosyal medyanın en büyük olumsuz etkilerinden biri ise bağımlılık. Bildirimler, beğeniler ve yorumlar dopamin salgılatıyor, bu da sosyal medya kullanımını ödül odaklı bir alışkanlığa dönüştürüyor.